
Bodrum`un eski esnafının anlattıklarına bakılırsa derinden derine bir bilek güreşi yaşandığı anlaşılıyormuş, yeni açılan bir cemaat koleji eski kolejden öğrenci çalmaya, bale festivali ve klasik müzik konserinde aralar ezan saatlerine göre ayarlanmaya başlamış... Bunun bir kısmı saygıdan bir kısmı da kaygıdan olan işlermiş; ama sonuçta esnaf sezonu zararla kapatıyormuş... Oruç tutmayanları döven yok, zorla işyeri kapattıran yok, millete “Bodrum’a modruma gitmeyin, fena yaparız” diyen yok...
İlk hatırladığım Ramazanlar eylül sonu ya da ekim başlarına denk geliyordu. O Ramazanlar sıkıcıydı benim için. Doğup büyüdüğüm kasabada bütün lokanta ve kahveler kapalı olurdu ve insanlar daha düşük bir tempoda yaşarlardı. Annem ve babamın sabah kahvaltılarında bana eşlik etmemeleri afiyetimi kaçırırdı. Kasabanın en geniş alanı olan ilkokulun bahçesinde atılan iftar topunun patlamasını seyretmek, akşamları iftar davetlerine ve mevlidlere gitmekse işin güzel taraflarıydı. Bayramlar da benim için ayrı bir stres kaynağıydı o zamanlar. Öyle bir yerde sevilen ve sayılan, aktif ve girişken bir öğretmen anne babanın çocuğu olmak zor işti. Her girdiğiniz cemiyette bütün gözler üzerinizde oluyor, “el öpme” ritüeli sizi boğuyordu. Büyüyüp oruç tutmaya başlayınca her şey normale döndü, Ramazan ve bayramlar hayatımda olması gereken yeri aldı şükürler olsun.
O zamanlar Ramazan`da büyük şehirlerde lokantaların açık olduğunu, çok sayıda insanın oruç tutmadığını ve bunu saklamaya bile gerek görmeyerek ortalık yerde yeyip içtiklerini işitir, hayretler içinde kalırdık. Mevsim yaz olduğu için medyanın da eşsiz katkılarıyla denize girmenin oruç bozup bozmadığı tartışılır dururdu. Tabiî bu tartışmalara az yukarıda anlattığım büyük şehirde Ramazan düşünceleri de ister istemez karışırdı. Bu sohbet-tartışmaların birinde, kasabanın camiine minare yapmak için orada bulunan Uşak`lı minare ustası, son derece doğal bir ruh haliyle İzmir`de yaşayanların denize girdiklerinde oruçlarının bozulacağı endişesiyle oruç tutmadıklarını söylemiş, biz de ne cevap vereceğimizi şaşırmıştık.
İstanbul`a taşındıktan sonra yaşadığım ilk Ramazan`da, doğup büyüdüğüm kasabaya gelen bilgilerin yanlış olmadığını gördüm. Sokakta sakız çiğneyenler, çekirdek çıtlatanlar, açık lokantalar, birahaneler... Çok canım sıkılmıştı. Bir gün benden yaşça büyük halam oğluna bu sıkıntımı açıkladığımda, “Aslında tutanlar tutmayanlardan fazladır. Fakat tutmayanlar bizim gözümüze battığı için fazla görünüyor” deyip beni rahatlatmıştı.
Tek kanallı televizyonumuzdaki dizi ve filmlere de uğramazdı Ramazan. Ne iftar görürdük oralarda ne de sahur... Bir kuşağın zihin dünyasına kantolu, dansözlü Direklerarası eğlencelerini Ramazan eğlenceleri adı altında yerleştirmişti TRT... Sanki beyazcamda yaşayanlar başka bir dünyada yaşıyorlardı.
Aradan 30 yıl kadar bir zaman geçti ve Ramazan yine miladi yılın aynı dönemine geldi. Geçen sene Ramazan`da Can Dündar bir yazı yazdı. Bodrum’un Ramazan öncesine göre ne kadar tenha olduğunu, eğlence mekanlarında işlerin bıçak gibi kesildiğini yana yakıla anlatıyordu seçkin yazarımız. Bodrum`un eski esnafının anlattıklarına bakılırsa derinden derine bir bilek güreşi yaşandığı anlaşılıyormuş, yeni açılan bir cemaat koleji eski kolejden öğrenci çalmaya, bale festivali ve klasik müzik konserinde aralar ezan saatlerine göre ayarlanmaya başlamış... Bunun bir kısmı saygıdan bir kısmı da kaygıdan olan işlermiş; ama sonuçta esnaf sezonu zararla kapatıyormuş... Oruç tutmayanları döven yok, zorla işyeri kapattıran yok, millete “Bodrum’a modruma gitmeyin, fena yaparız” diyen yok... Anlaşılan hayatımızda oruç diye bir kavram olmasa da Bodrum`da her şey Ramazan harici zamanlardaki gibi gitse muhterem pek mutlu olacak...
1970`lerin başlarında dünyada hakim olan düşünceye göre, din kavramı insanların bilimle açıklayamadıkları olay ve gelişmeler karşısında sığındıkları bir manevi sığınak gibi bir şeydi ve bilim geliştikçe ona olan ihtiyaç da azalacak, belki de günün birinde hepten ortadan kalkacaktı. Ancak ilerleyen yıllarda bilimdeki gelişmeler alabildiğine hızlanmasına ve bugün yakın geçmişte hayal bile edemeyeceğimiz noktalara gelmiş olmasına rağmen, dinin insan hayatındaki konumu o tahmin edilen istikamette seyretmedi. Amerikan yönetimine mutaassıp Hristiyan bir grup egemen olabiliyor, kendilerini ve tabiî dünyayı olmadık maceralara sürükleyebiliyorlar vs... Türkiye`de de işte görüldüğü gibi Ramazan`ın manevi iklimi Bodrum`a bile ulaşıyor, büyük şehirlerde mübarek ay vesilesiyle yapılan faaliyetler zirveye çıkıyor, son aldığımız bilgilere göre Türkiye`de 2010 un ilk dört ayında umreye gidenlerin sayısı 2009`un toplam sayısını geçiyor.
Bu gelişmelere bakarak her şeyin toz pembe gittiğini düşünmek yanlış olur, zaten iyiyle kötünün mücadelesi bize verilen bilgiye göre kıyamete kadar sürecektir. Bizim de bu mücadelede Müslümanlar olarak yerimizi almamız ve üzerimize düşeni yapmamız lazımdır. Sanırım şimdilik futbol tabiriyle önümüzdeki maçlara bakmamız ve içinde bulunduğumuz mübarek gün ve geceleri en iyi şekilde değerlendirmemiz gerekiyor inşaallah.