Bugün birçok alandaki çürümenin temel nedeni, kendini o makama peşinen layık gören müslümanların, amaçlarına ulaşınca kaybettikleri irtifa. Ya da şu: Amaca kilitlenip hızla ilerlerken, yoldaki ihlalleri ve yanlışları fark edememek; böylece müslümanlığın birçok erdeminden de soyunmuş olarak menzile ulaşmak.
Mekke`de Ebu Cehil`in mızrakları altında inlerken Sümeyye`nin aklından geçen şu değildi: "Ben şimdi öleyim, ardından müslümanlar Medine`ye gitsin, orada devlet kursunlar!" Hayır, Sümeyye sadece o anda yapması gereken en acil şey can vermek olduğu için şehit oldu.
Bilâl de aynı düşüncede değildi karnına taşlar yığılırken. O da o anda onları yaşaması gerektiği için yaşadı. Sürece ve takdire rızası, Medine`de onu Peygamber müezzini yaptı. Ama yapmayabilirdi de. O, müezzin olma derdiyle sabretmedi Mekke`de.
Ya da diğerleri.. Sahabe yani sohbet arkadaşları olarak Rasulullah`la birlikte İslam davasına omuz veren diğerleri de hiçbir şekilde dünyevi hesaplara girişmediler. En önemli işleri Allah`ın Kitabı`nı hazmetmek, sonra da bu uğurda yaşamaktı. Herhangi bir dünyevi amaca şartlanmadan... Cahiliye putlarından yakayı sıyırdıktan sonra, bir de `dava` kılığına girmiş başka şeyleri put edinmeden. En büyük dertleri Allah`a kulluktu. Onlar bunu öncelediği sürece, Alemlerin Rabbi de onları önceledi.
Bütün bu örnekler bir tarafa bırakılarak, "Devleti ele geçirmeliyiz ki, müslümanlar rahat etsin", "Filanca makam bizde olmalı ki işimiz yürüsün", "Filan adamın yerine bizimki gelsin ki dava ilerlesin" şeklindeki denklemler, özellikle son dönemde ümmetin başına musallat oldu.
Bunlar ne Kur`an`dan, ne de Rasulullah`tan öğrendiğimiz şeylerdi oysa. Zira amaç ne olursa olsun, herhangi bir dünyevi makama göz dikip, onun üzerinden Allah`ın rızasına ulaşabileceğini düşünmek, kolaylıkla nefsin en yaman tuzaklarından biri de olabilirdi. "Şu makamda olacağım, müslümanlara hizmet edeceğim" şeklinde bir önkabul, şu soruyu pekala unutturabilirdi: "Peki sen layık mısın? O makamda olduğunda sağlam durabileceğinden emin misin?"
Bugün birçok alandaki çürümenin temel nedeni, kendini o makama peşinen layık gören müslümanların, amaçlarına ulaşınca kaybettikleri irtifa. Ya da şu: Amaca kilitlenip hızla ilerlerken, yoldaki ihlalleri ve yanlışları fark edememek; böylece müslümanlığın birçok erdeminden de soyunmuş olarak menzile ulaşmak. Meşhur hikayedeki "Ben sana vali olamazsın demedim" durumu yani..
Yola çıkarken "Mekke dönemindeyiz, Ammar gibi yapmaya cevazımız var" diyenlerin son duraklarını görünce hayıflanmadan edemiyor insan. Bir türlü gelmek bilmeyen o Medine dönemleri, harcanan umutlara ve emeklere eseflendiriyor. İslam davası gibi cafcaflı laflar dinleyip nice seneler geçirdikten sonra, aslında elde kalanın hiç olduğunu görmek gerçekten üzücü.. Başımızı ellerimizin arasına alıp, emanet alınıyor mu bizden endişelerine düşmenin vaktidir. Herşey için çok geç olmadan.
Çok mu depresif oldu yazdıklarım? Ya da gözümüzü dünyevi makamlara hiç dikmeyecek miyiz? Onların yerinde "biz" olsak daha iyi olmaz mı? Müslümanların egemenlik iddiasında bulunmaları yanlış mı?
Elbette müslümanlar egemen olmalı. Elbette müslümanların adil, onurlu ve izzetli bir yönetimi insanlığın hizmetine sunmaları da dünyadaki hilafetin gereklerinden. Ama yöntemleri de müslümanca olmalı bunun.
Başkalarını hile-hurda ile suçlarken, kendimiz de güçlenince aynı hile-hurdalara saplanarak değil.
Meşru davrandığımız takdirde nasip olmayacak bir makama gayr-ı meşru yollardan uzanarak değil.
Nasip olup olmayacağı belli bile olmayan uzak hülyalar için bugünkü ödevleri asarak değil.
Kur`an ve Sünnet`te yeri olmayan amaçları put edinerek değil.
Kendimize boyumuzu aşan misyonlar biçip, son tahlilde o misyonların altında ezilerek değil.
`Biz`i beğensinler, bu sayede `biz`e gelsinler diye, müslüman kardeşlerimizi el önünde itham ederek değil.
Dava adına sermaye olsun diye hak-hukuk yiyerek değil.
Müslümanların umutlarını, hayallerini sömürüp, inançları kişisel çıkar merdiveni yaparak değil.
Velhasıl:
Allah`ın rızasını Allah`ı unutarak kazanacağımızı sanarak değil.