Hilal Söylemez
O bir hükümdar. Rüzgardan atları, kasırgadan gemileri olan. Atını gönlünce sürüp gemisini dilediği limana bağlayan.
Gerilmiş kaslar, dikkat kesilmiş kulaklar, uzun siyah soylu atlara mahsus yeleler. Birazdan ateş alacak bir koşunun ateşgedesi sağ ön ayak, toprakla muhaveresinde sabırsızlanıyor. Nallarından çıkan kıvılcımlar tutuşturacak bu koşuyu. Ardından lav olup akacak bir sürüye liderlik yapacak. Soylu bir iradeye yakışır soylu atlar. Hükümdar seven gözlerle seyrediyor. Seven gönül oluyor elleri, okşuyor yelelerini.
İnciler. Derin denizlerin koynuna yakışan mücevher. Rivayete göre, bir nisan yağmuru damlası, bir toz zerresi ve bir istiridye. İşte mucize. Ender rastlanan bir güzellik. Bir eli rüzgarın ellerinden tutup bulutlara ağan hükümdar, diğer elini denizin derinliklerine daldırıyor. Emrine âmâde, görünür olmayan yaratıklarıyla.
Göz kamaştıran güzellikte, gönlü titreten ihtişamda, insan gücünün çok ötesinde bir güçle inşa edilmiş saraylar, konaklar, mabetler, anıtmezarlar. Göze görünmeyen, bir başka alemin mensupları hizmetinde hükümdarın. İradesi ve hükmü bu alemi aşıp görünür olmayan aleme uzanıyor.
Kuşların ve dağların dilini bilirdi babası. Madenlerin dilini de çözmüştü. Bakırı eritip işlemeyi ve zırh yapmayı öğrenmişti. Bütün bunlar hükümdara baba yadigârı.
Kendisine geniş bir rızık, bir başkasına verilmeyen hükümranlık, ilim ve hikmet, her şeyden bir pay ve zenginlik, bitimsiz mülk ve peygamberlik verilmişti. O melik rasuldü.
Hikmetle iş görüp adaletle hükmederdi. Bir koyun sürüsü tarafından ekin tarlası ziyan olan iki taraf arasında verdiği hüküm, bu konudaki yetkinliğinin delili olarak kayda geçti. Tarla, ziyandan önceki haline getirilinceye kadar sürü sahibine, koyunlar da bu müddet içerisinde tarla sahibine verilecekti.
Bütün bunlar şükür istiyordu. Hz. Süleyman, şükrü diline mühür, haline zırh eylemişti. Sözü, şükürle çözülüyordu.
Komutandı. Kuşlardan, insanlardan, cinlerden orduları vardı.
Güç, onun ellerinde eriyen, işlenen bir maden gibiydi. Fayda sağlayan ve özünde iyilik olan.
Sebe melikesinden haber getiren kuşları vardı. Nahif, küçücük bir kuş huzurunda iddia sahibi olabilirdi. Ve bilirdi ki dinlenirdi. Kuşlardan haber alır olmak Süleyman-meşrep olmayı gerektirirken, posta güvercinlerinin meslekî atası bu hüdhüd müydü?
Gücün zirvesinde şefkat bulutlarına dalmak. İhtişamın gölgesinde yürürken orduları, bir karıncanın sözüne kulak vermek. Bir karınca şahit tutulunca Süleyman’ın şefkatine. Uçlar birbirine değip yer titreyip gök ağlamış mıydı? Bir karıncayı incitmemek hasleti hangi gönüllere mirastı.
Güç ile adalet, güç ile şefkat gibi güç ile nezaket de en ahenkli birlikteliğe Hz.Süleyman’la kavuştu.
Her gönlün fethi başkaydı. Her gönle bir başka kapıdan girilirdi. Bu bir ince ayardı. Bir kadının gönlüne, hele ihtişamlı bir melikeyse nasıl girilir en iyi Hz.Süleyman bilirdi. Billûrdan bir fıtrata, billûrdan bir köşk yaptırmak kimin aklına gelirdi. Dillere destan tahtını getirtip melike gelmeden evvel, onu şaşkınlık vadisine saldı. Sırça sarayın kapısından içeri hayranlık zirvesine çıkardı. Gerisi gelirdi artık. Seyr ve keşf. Kalbinin kapısı aralandı. Zarafeti zarafetle; nezaketi nezaketle; ihtişamı ihtişamla fethetmek. Gücün diliyle değil. Her şeyle kendi dilince konuşmaktı Süleyman’a öğretilen. Her varlığa kendi diliyle nüfuz edilebilirdi.