Ülkemizi ve İslam diyarlarını, İslam’ın rahatça yaşandığı, can, mal, nesil ve akıl güvenliğinin olduğu esenlik diyarları eyle ya Rabbi!
Bütün işlerde muvaffakıyetin esas anahtarı sabır ve sebattır. Zira Allah Teâlâ âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:
“Ey îmân edenler! Sabredin, sebat gösterin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allâh’ın emirlerine itaatsizlikten sakının ki felâha erebilesiniz.” (Âl-i İmrân, 200)
Din-i mübinin, vatanın, milletin ve ümmetin hizmetkârlarının, hizmetlerini îfâ ederken muhtelif zahmet ve meşakkatlerle karşı karşıya kalması gâyet tabiîdir. Bu zorluklar karşısında sebat gösterip sabırla yola devam edilirse, ilâhî yardıma mazhar olunacak ve Allâh’ın izniyle başarıya ulaşılacaktır.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:
“İslâm hakîkatlerinin beyanı (hak ve adaletin tesisi, vatanın savunulması, dinin, aklın, malın ve neslin korunmas v.s) sırasında karşılaşılacak eziyetlere, büyük bir saâdet olarak bakmak gerekir. Peygamberler nice eziyetlerle karşılaşmışlar, nice büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Hattâ peygamberlerin en fazîletlisi Hazret-i Muhammed (s.a.v):
«Benim gördüğüm eziyeti hiçbir peygamber görmemiştir.» (Bkz. Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 34) buyurmuştur.” (bk. Mektubât, 193. Mektup)
İlk insan ve ilk peygamberden bu güne kadar Tevhid akidesini korumak İslam’ın emir ve yasaklarını, hakkı, adaleti, doğruluğu, İslam şahsiyet ve karakterini başka yüreklere taşımak adına birçok bedelin ödendiğini biliyoruz. Bu uğurda testerelerle vücudu ikiye bölünen peygamberlerden, Firavun’un zulmüne karşı sabreden, elleri ve ayakları çaprazlama kesilerek hurma kütüklerinde asılmaya razı olan ve: “Allah’ım! üzerimize sabır yağmurları yağdır” diye Rablerine yalvaran müminlere kadar, imanın bedelini ödeyen birçok mümin ve muvahhide rastlamak mümkündür.
Yine tarihin değişik dönemlerinde Müslüman olarak bağımsız ve özgürce yaşayabilmek için dini, vatanı ve milleti uğrunda canlarını feda eden ve peygamberlik makamından sonraki en büyük makam olan şahadet mertebesine erişen muvahhit ve vatanseverlerimiz olmuştur. Onlar bu konuda birçok destan yazmış ve bu uğurda ağır bedeller ödemiştir. Dün Malazgirt ve Çanakkale’de ve bugün de ülkemizde bu bedeli ödemekten hiç çekinmeyen bir milletin neferi olmak bizler için büyük bir onurdur. Bağımsız ve hür yaşamak bu milletin en bariz vasfıdır. Bu millet, birçok fârik vasfı yanında bu özelliğiyle maruf olmuş ve tanınmıştır. Bu konuda da mazlum ve mâdur milletlerin hep ümidi olmuştur. Bu millet hem geçmişte hem de bugün bağımsızlık ve hürriyetin sembolü ve ümidi olmaya devam etmektedir.
Bu konuda sayısız örnekler vardır. Ancak bana çok çarpıcı gelen şu örneği sizinle paylaşmak istiyorum.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kasım 2014’de İstanbul’da ilk defa düzenlediği “I. Latin Amerika Müslüman Dini Liderler Zirvesi”ne katılmıştım. Orada Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez’in anlattığı bir hadise, Latin Amerika’daki Afrikalı Müslüman kardeşlerimizin Müslüman Türk milletine nasıl baktığını, bizlerden beklentilerinin neler olduğunu, çocuklarına bu milleti nasıl anlattıklarını ve bu milletin bağımsızlık anlayışını, zalim ve mazluma bakış açısını anlamak açısından oldukça dikkat çekicidir.
Latin Amerika’da Haiti’de Müslümanlarının kurduğu ve Hz. Bilal-i Habeşi adını taşıyan “Bilal Foundation” adlı müessesenin başkanı İmam Hanif’in Diyanet İşleri Başkanımıza gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
“Biz ataları köleleştirilerek Afrika’dan buralara taşınan Müslüman anne ve babaların çocuklarıyız.” Ecdadımız Afrika’dan buralara köle olarak taşındı. Yıllarca hatta yüzyıla aşkın süre (150 yıl) annelerimiz babalarımız çocuklarını uyuturken onları şöyle teselli ettiler:
“Yavrum korkma! Bir gün İstanbul’dan Müslümanlar gelecek ve bu köleliğe son verecek.” Ancak çok bekledik siz gelmediniz. Şimdi nice nesiller kaybettikten sonra biz atalarımızın dinini yeniden keşfettik, Müslüman olduk ve Müslümanlığımızı yaşamaya başladık. Ama ne camimiz var ne mescidimiz. Ne kitabımız var, ne çocuklara Kur’an öğretecek insanımız. Son kez size yazıyorum. Lütfen bir heyet gönderin ve bize yardım edin.”
Bu satırlar, bu necip milletin bağımsızlık ve hürriyetine ne kadar düşkün olduğunu, hep mazlumun yanında yer aldığını ve başka milletlerin ta Afrika’daki veya Latin Amerika’daki Müslümanların hürriyetlerine kavuşabilmelerinin ümidi olduğunu göstermektedir. Onlar çocuklarına bu milleti anlatırken, köleliğe son veren bir millet olarak tarif ediyorlar. Kendilerini hürriyete kavuşturacak bir millet olarak görüyorlar.
Vatan, insanların doğup büyüdüğü, üzerinde mazisini ve halini yaşadığı, istikbal hayalleri kurduğu mekandır, topraktır. Bir toprak parçasının vatan olması, vatan olarak kalması kolay değildir. İman bedel istediği gibi, imanla yaşayabilmek için vatan da bedel ister. Bu bedel candır, kandır, vatan için çalışmak, gayret etmektir, ter dökmektir.
‘Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır’
Kahraman ecdadımız, bu anavatanın evlatları olarak analarına her an vefalı olmuşlar, anavatanı, canları pahasına müdafaa etmişlerdir.
Bu vatan, kardeşlik, birlik beraberlik şuuruyla müdafaa edilmiştir.
Doğusundan batısına; kuzeyinden güneyine bütün vatan evladı, din, toprak, namus, bayrak ve istiklal (bağımsızlık) için türküyle kürdüyle, lazıyla, çerkeziyle, şehirlisi köylüsü, öğretmeni öğrencisi, kadını erkeği, âlimi talibi, müftüsü hocası imamı, kısacası bütün yürekler bir olmuş, Allah’ın nusreti ile Müslüman yurdu kâfirlerin istilasından korumuşlar, kanlarının son damlasına kadar savaşmışlardır.
“Zannetme ki ecdadın asırlarca uyurdu
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıtada yer yer kanayan izleri şahid,
Dinlenmedi bir gün o büyük şanlı mücahid”
Mehmed Akif Ersoy
Bu cennet vatanın her karış toprağı, canını ve kanını ve de bütün varını mukaddes değerlerine hediye eden, vatanın bekası için hayatının baharından geçen taze fidanların kanları ile yoğrulmuştur.
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehid oğlusun, incitme yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Bizler, ecdadın emanet ettiği bu cennet vatanı sevip kıymetini bilmekle, ona sahip olmakla, dinimize, mukaddesatımıza gönülden bağlanıp Müslümanca yaşamakla, bu vatanda hangi görevde isek, bu görevi hakkıyla ifa etmekle, ailemiz, toplumumuz ve tüm Müslümanlar için çalışıp didinip ter dökmekle, zararı dokunan değil faydası dokunan, ardından hayır dualar okunan bireyler olmakla mesulüz.
Bugün de bu millet, dini, imanı, namusu, vatanı, milleti ve devleti için her türlü direnişi göstermekte, gerekirse canını vermek için hiç tereddüt göstermemektedir.
Nitekim 15 Temmuz’da bu vatana ve millete haince saldıran, darbe girişiminde bulunanlara karşı, tankların altına yatan, bomba ve kurşunlara aldırmadan hainlere haddini bildiren, bu uğurda canını feda eden yiğitlerimiz var hamdolsun.
Onlardan birisi de Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Zekai Aksakallı’nın emir astsubayının yaptığı kahramanlıktır.
Cuntacı Semih Terzi adlı general, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda 20 kişi ile Gölbaşı’ndaki karargahı ele geçirmeye çalışıyor. Zira orayı ele geçirirse kendilerine yönelik bütün nitelikli operasyonların önüne geçme şansı olacak, suikast veya diğer kurtarma eylemlerini yapabilecek, bütün birimlerin kontrolleri kendi ellerine geçmiş olacak. 20 kişi ile beraber nizamiyedeki nöbetçileri ele geçirip karargaha gidiyor.
Karargahta Zekai Paşa’nın iki tane emir astsubayı vardır. Biri karargahta kalır, diğeri onunla birlikte hareket eder. Karargahta kalan Ömer Halis Demir’in yanına gidiyor ve kendisine, “Bundan sonra komutan benim, bütün emirleri ben vereceğim, birliklerin komutasını da ben aldım” diyor. Bu astsubayımız komutanından daha önce aldığı emirler doğrultusunda hiç düşünmeden silahını çekiyor ve bu cuntacı generali yanındaki 20 kişinin yanında alnından vuruyor. Bu astsubayımız diğer 20 cuntacının saldırmasıyla şehit ediliyor.
“Arkasından Özel Kuvvetler Komutanı güvendiği ve inandığı bazı subay ve astsubayla beraber, -yanlarında silah olmadığından ve bütün silahlar Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın içerisinde bulunduğundan- birliklerden bulabildikleri kalaşnikoflar, ve av tüfekleriyle birliğe sızıp bu 20 kişiyle çatışmaya giriyorlar. Bu 20 kişiyi etkisiz hale getirip tekrar emir komutayı ele alıyorlar ve daha sonra yapılacak bütün operasyonları planlıyorlar.”
Evet, vatanperver şehit astsubay Ömer Halis Demir, bu vatan ve milleti için bir nefesi vardı onu da verip şehadet rütbesini elde etti. Fakat belki de bugün 78 milyonun nefesi, hatta İslam âlemini düşünürsek milyarların nefesi oldu. Yani feda edilen bir nefes, belki milyarlarca insanın nefes almasına vesile oldu.
Dolayısıyla bizler, ecdadın emanet ettiği bu cennet vatanı sevip kıymetini bilmekle, ona sahip olmakla, dinimize, mukaddesatımıza gönülden bağlanıp Müslümanca yaşamakla, bu vatanda hangi görevde isek, bu görevi hakkıyla ifa etmekle, ailemiz, toplumumuz ve tüm Müslümanlar için çalışıp didinip ter dökmekle, zararı dokunan değil faydası dokunan, ardından hayır dualar okunan bireyler olmakla mesulüz.
Birlik, beraberlik ve kardeşlik içinde, fitne ve fesattan, ayrılık ve gayrılıktan uzak bir şekilde yaşamakla mesulüz. Zira;
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
‘Sen-ben’ desin efrad, aradan vahdeti kaldır,
Milletler için işte kıyamet o zamandır.
Ya Rabbi,
Aziz şehidlerimizin ruhlarını şad eyle, mekânlarını cennet eyle. Bizleri onlara vefakâr eyle.
Vatanımızı, milletimizi ve tüm İslam âlemini iç ve dış fitnelerden, belalardan, terörden ve düşmanlardan koru!
Kıyamete dek nesillerimizden yüce dinine hizmetle şeref bulacak neferler ihsan eyle!
Fethini, nusretini, zaferlerini üstümüzden eksik eyleme!
Ülkemizi ve İslam diyarlarını, İslam’ın rahatça yaşandığı, can, mal, nesil ve akıl güvenliğinin olduğu esenlik diyarları eyle ya Rabbi!
Amin, Amin, Amin…