Yazarken her şey planlanmış mıdır, yazmadan önce neyi yazacağınız kesinleşmiş midir? Yoksa, hele bir ilk cümleyi mısrayı yazalım, gerisi gelir diye mi düşünülür?
Dergimizin diğer yazarlarına da böyle oluyor mu bilmem ama, şu an dördüncü konu üzerinden yazıma yeniden başlıyorum. Eğer bu defa dikiş tutturursam, word sayfasının üstündeki paragrafları başka bir dosyaya aktarmam gerekecek. Üstteki bir sayfa boyunca üç farklı konu üzerinden yazımı yazmaya çalıştım. Fakat her defasında istemediğim bir mecraya yöneldi yazı ve orada bıraktım. Gitmek istediğim yer orası değildi çünkü.
Özelikle hikaye yazarlarına sanırım bu soru sorulur. Yazarken her şey planlanmış mıdır, yazmadan önce neyi yazacağınız kesinleşmiş midir? Yoksa, hele bir ilk cümleyi/mısrayı yazalım, gerisi gelir diye mi düşünülür? Tabi ki ikisi de olur. Hikaye kendisini yazar derler mesela. Kurgudaki bir kahraman, sanki kağıt üzerinde, kelimeler üzerinden hayat bulur ve kendi yolunu çizer. Kaleminizi istediği yere sürükler. Bazen ise her şey zihninizdedir ve sadece onu kelimeler ile bir kılıfın içine sokmanız gerekir. Gideceğiniz yer, varacağınız sonuç bellidir ve rotada ufak tefek değişiklikler olsa da yolculuk pek değişmez. O canlılık dolu pembe yanaklarına rağmen, hikaye sonunda esas kızın öleceği ta en baştan bellidir mesela. Köşe yazıları da hemen hemen aynı sanırım. İşte ilk üç konu beni istemediğim yerlere götürdü diye gündemden/gözümden düştü ve belki başka bir sayının konusu olmak üzere 0 ve 1’lerden oluşan dünyada beklemeye koyuldu.
Aslında farkındaysanız hayat da aynı şeyi yapar bize. Kader de diyebiliriz buna. Neye niyet neye kısmet de. Bazen en ince ayrıntısına kadar planlar yaparız. Sanki kendi yöneteceğimiz bir senaryo üzerinde çalışır gibi. Motor dediğimiz anda bütün oyuncular, hava, yol, su vs gibi şartlar hiç itiraz etmeden senaryoyu oynamaya başlayacak ve bu da yetmezmiş gibi her şey planlanana göre oynanınca, istenilen sonuç elde edilecek. Böyle saf diller, acemiler var mıdır hala aramızda? Olsa olsa henüz yeteri kadar tecrübe etmemiştir. Lafı güzaf değil, şaka değil, hayat gerçekten sürprizlerle doludur.
O her şeyi planladığınızı sandığınızda bir bakarsınız olmadık köşelerden, olmadık faktörler hücum ediyor sahneye. Her şey mükemmel oldu dediğiniz anda, her şey berbat olabiliyor. Ya da her şey mahvoldu sanırken, her şey ne kadar da güzelleşiveriyor. Şairin dediği gibi, kaderin üstünde bir kader vardır. Ve o kader, aslında hep merhamet eliyle işler. Bazen şefkat tokadı ile yüzümüze nakşetse de, niyet hep iyidir ve inşallah akıbet de. Olanda hayır vardır, öyle değil mi?
Yazı galiba yine istediği yere doğru gidiyor. Gerçi bu defa gittiği yerle bir sorunum yok. Takvime göre güneşin doğduğu fakat henüz yüzünü göstermediği bir saat. Bakalım bugün hangi sürprizlerle gelecek? Belki iyi haberler getirecek, belki iyi görünmeyen şeyler duyuracak. Belki de hiçbir anı bırakmadan sessizce geçip gidecek. Mevlana’dan aktarırdı bir tanıdık. Her gün, bakalım bugünün misafirleri kim diye beklermiş. Kastettiği insanlar değil sadece. Dertler, tasalar, imtihanlar. Belki onun gibi görmeye başlarsak, bu hayatı yudumlamak daha kolay olur. Çünkü biliriz ki, misafir evin asli unsuru değildir. Bazen biraz çok kalsa da, er geç gideceği gerçektir. Başımıza gelen sıkıntı ne ise, hangi kötü haberi duymuş isek, onu bir misafir gibi karşılamalı ve surat asmadan ağırlamalıyız. Yani ki sabretmeliyiz. Er geç onu gönderen merci, geri çağıracaktır da. İşte ondan sonra, misafirden geri kalana bakmak lazım. İsyanlar mı kalmış, rıza halinde sabır mı?
Güneş hala yüzünü göstermedi. Gerçi son günlerdeki kapalı hava düşünülürse bu gayet normal. Ama şunu biliyorum ki, güneş kara bulutların arkasında saklansa da, er geç yüzünü göstermek zorunda kalacak. Mesela ben bu yazıyı yazarken uyuyan arkadaşlarım da bilmeli ki, hava muhalefeti! yüzünden yollar kapansa da, bir gün mutlaka yeniden açılacak ve ben burada mahsur kalmayacağım. Merak etme anne, eve döneceğim.