
En büyük çileler, Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulları olan peygamberlerin, daha sonra da peygamber vârisi Hak dostlarının ve derecelerine göre sâlih kulların başından geçmiştir. Zîrâ insan, çilelere tahammülle olgunlaşır. Çile çekmeyen ve ıztırap bilmeyen insanın nefsi, azgın bir aygır hâline gelir. Kendisinde tanrılık vehmetmeye kadar gider. Firavun ve Nemrud’un hâli, bunun en açık misâlidir. Bu itibarla peygamberler ve Allah dostları, başlarına gelen çileleri, hiçlik, acziyet ve kulluk hislerini güçlendiren ve kalbin Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmasını temin eden bir nîmet bilmişlerdir. Zîrâ Hakk’a yakınlığın lezzeti karşısında dünyadaki bütün çile ve ıztıraplar onların gözünde ve gönlünde ehemmiyetini kaybetmiştir.
Dolayısıyla Peygamberler ve Hak dostları sıradan insanların kaybedeceği ağır imtihanları, büyük bir îman, teslîmiyet ve itaat ile kabullenmişler ve Rablerini râzı edecek şekilde imtihanlarını yüz akı ile vermişlerdir.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin naklettiği şu kıssa, Cenâb-ı Hakk’a karşı sahip olmamız gereken kulluk mes’ûliyetindeki ufku göstermesi bakımından dikkate şâyandır.
Hak Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’a iki tâlimatta bulundu:
1. Sana bir ümit ile gelen kimseyi nasipsiz bırakma!
2. Senden kendisini korumanı isteyeni ise muhâfaza et!”
Hazret-i Mûsâ, bir seyahate çıkmıştı ki, yolda bir şahinin bir güvercini kovaladığını gördü. Güvercin, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı görünce ona sığınmak üzere omuzuna kondu. Şahin de geldi, diğer omuzuna kondu. Şahin güvercinin üzerine atlamaya niyetlenince, güvercin Hazret-i Mûsâ’nın yeleğinden içeri girdi.
“–Beni koru yâ Mûsâ! Yoksa şahin beni helâk edecek!” dedi.
Buna mukâbil şahin de, açık bir lisanla Mûsâ -aleyhisselâm-’a:
“–Ey İmranoğlu! Ben de senin yardımına muhtaç olarak geldim. Ümidimi boşa çıkarma! Benimle rızkımın arasına girme!” diye nidâ etti.
Güvercin ise:
“–Ey İmranoğlu Mûsâ! Beni korumanı diliyorum, sana sığınıyorum, beni koru, bana eman ver!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm- kendi kendine:
“–Aman yâ Rabbî! Bu hususta ne çabuk ve ağır bir imtihana tâbî tutuldum!” dedi. İmranoğlu Mûsâ, çâresizlik içinde kaldı.
Sonra güvercini korumak, şahinin de talebini yerine getirebilmek ve böylece Allâh’ın emrine sâdık kalabilmek için son çâre olarak baldırından bir parça et koparıp şâhine vermeyi düşündü.
Güvercinle şahin, Hazret-i Mûsâ’nın bu candan fedâkârlık niyetini sezdikleri anda:
“–Ey İmranoğlu! Acele etme! Biz iki meleğiz. Maksadımız senin Allâh’a olan ahdindeki sadakati imtihan etmekti.” dediler. (Bk. Fütühâtü’l-Mekeyye, Tavsiyeler bölümü.)
Evet, bu kıssa pek ibretlidir. İlk olarak Allah Teâlâ, Hazret-i Mûsâ’ya emir ve yasakları ile ilâhî bir hudut çizmiştir. Sonra da peygamberini, îman, bağlılık ve itaatini yoklamak üzere ağır bir fedâkârlık imtihanına mübtelâ kılmıştır.
Yukarıdaki kıssada da Hazret-i Mûsâ, şahin ile güvercinin birbirine tezat teşkil eden isteklerini geri çevirmemek ve ne olursa olsun ilâhî hudutlara riâyet etmek için büyük bir îtinâ göstermiştir. İlâhî emir ve yasaklara riâyet uğruna ne kadar müşkil durumda kalırsa kalsın, kendisi için nefsânî bir tâviz yolu aramamıştır. Gerektiğinde canından fedâkârlıkta bulunmak pahasına, ilâhî emirleri îtinâ ile yaşamaya gayret etmiştir.