
Çağın gidişatına söz söylemelerde birinciyiz. İnsanın, zamanın ve mekânın bozulduğunu dillendirmeyen yok denecek kadar az. Bir bozukluk var mı? Evet… Taşın altına elini koyan, bu gidişatı düzeltmeye yeltenen var mı? Eh işte…
Fetva Meclisi’nde bahsi geçiyor. İlmine ve duruşuna itibar ettiğimiz bir âlime yöneltilen soru şöyle: “Hocam, ‘Kişinin insanlar bozuldu dediğini duyarsanız, anlayın ki o şahıs en fazla bozulanların içindedir’ hadis-i şerifini okudum bugün. Bu sözü hocamız da söylüyor hacımız da. Burada anlatılmak istenen nedir?”
Hocaefendinin cevabı ise pek manidar: “Sözünü ettiğiniz hadis-i şerif sahih bir hadistir. (Malik, Müslim, Ebu Davud ve Ahmed tarafından rivayet edilmiştir). Hadisi şerifin özet olarak vermek istediği mesaj şudur: Müslüman, sıkıntıları, kötülükleri ve belaları sayma uzmanı değildir. Bilakis Müslüman, ölürken hatta kıyamet koparken bile elindeki fidanı dikmekle mükelleftir. Böyle olması gerekirken, ümmet battı, iş bitti, yandık, helak olduk, şu kötü bu berbat türünden haber spikerliği yapanlar, bir anlamda Müslümanların umudunu tüketmektedirler. Böylece de kötü duruma katkı yapmaktadırlar. Yoksa, mevcut kötülüğün artmasından endişe eden bir Müslüman’ın esefini beyan etmesi böyle değildir.”
Hadis-i şeriften ve fetvadan anlaşıldığı üzere zamanın, zeminin ve böylece insanın bozulmasını bahane etmek, bundan sebep ümitsizliğe kapılmak, dolayısıyla gayretten geri kalmak bizlerin şiarı değil. Her dem bir fidan dikmenin gayretinde olmak, bozulanı düzeltmeye çalışmak olmalıdır şiarımız. Bu bağlamda, gitgide açılan ve dikiş tutmayacağını zannettiğimiz bir yara da insani ilişkilerdeki noksanlık. Kişinin insani ilişkilerdeki tutumu, bir meclise girişinden anlaşılabilir aslında. Bu durum, toplumsal açıdan da değerlendirilebilir.
İnsanlar bir meclise usulca girip bir kenara çekiliyorsa, o mecliste iletişimsizlik almış başını gitmiştir. İnsani ilişkiler körelmiş, hatta dikiş tutmayan bir yara halini almıştır. Bedenen bir araya gelinse de ruhi bir birliktelik kalmamış demektir. Bu manada, Yusuf Kaplan beyin bir konferansında aldığım not hatırıma geliyor: “Uzun yıllar İngiltere’de kaldım. Bize hep batıda çok kitap okunduğunu söylüyorlar. Evet bizden daha fazla kitap okudukları doğrudur. Ama anlatıldığı gibi değil. Metroda kitap okuyan insanlar görürsünüz. Onlar genelde, birikim için değil, göz göze gelmemek için kitap okuyorlar. Birbirinin gözüne bakacak muhabbetleri kalmamış.” Bu sözleri işittiğimde muhabbet mefhumunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlamıştım.
Bir başka meclis düşünelim. İnsanların o ortama dahil olurken güzelce selamlaştığı, birbirine sarılıp hâl-hatır sorduğu meclis, ilkinden o kadar farklıdır ki… Bir güzel muhabbet, bir huzur hakimdir ortama.
Başka bir husus… Hâl-hatır sormadaki toptancılık. Bir bayram tebriğinde bile bırakın hısım-akrabayı, eşi-dostu ziyaret etmeyi, arayıp sormaya bile üşenen, toplu mesajlarla geçiştiren bir toplum olduk. Batıdaki göz göze gelememe hastalığı, bizde de bu şekilde boy göstermeye başladı demek ki…
Şikayet etmeye kalksak uzar gider… Zamanın bozulduğu bir hakikatse, bize düşenin şikayet değil gayret olduğu aşikar. Eldeki fidanı elimizde bekletip çürütmek de bir tercih. Onu bir güzel gayretle dikmek, yeşertmek de.
Fabrikasyon ve ince işçiliğin ehemmiyetine gelirsek… Aradaki fark herkesçe malumdur. Her şeyin fabrikasyonuna aşina olduğumuz bu devirde, meşakkatli ve pahalı diye yüz çevirdiğimiz ince işçiliği uzaktan seyretmekle yetinmeyip bu zanaati kuşanmak, zamanı da, insanı da güzelleştirecektir… Dost: göz göze gelmeyi, selamlaşmayı, hâl-hatır sormayı ihmal etmediğimiz müddetçe dosttur. Muhabbet ise cafcaflı bir mesajla geçiştirilemeyecek, fabrikasyonla heba edilemeyecek ince bir işçiliktir…