Belletmen odaya girdiğinde saat dörde çeyrek vardı. Henüz güneş doğmamıştı… Demir dolaplara, belirli olmayan aralıklarla, arada ritim tutturarak vurmaya başladı. Böyle yapınca, öğrencileri daha çabuk uyandıracağını düşünüyordu. Oysa bu, sabah sabah hafızın cinlerini tepesine çıkarıyordu. Belletmenin kendisi de birkaç sene evvel aynı muamele ile uyandırılmış, doğru bulmasa da bu uyandırma şeklini benimsemişti… Hafız, sinirini gizleyip yataktan doğruldu ve hızlı bir hareketle ranzanın ikinci katından yatakhanenin çıplak zeminine atladı. Demir dolaptan çıkan tiz ses, onun sinirini bir hayli bozmuştu. Sinirini giderebilmek için sadece hareketlerini hızlandırıyordu. Bunu yeni keşfetmişti; sinir uykuyu dağıtıyordu. Bu hızlı hareketlerin sebebi sinir olsa da bir amacı vardı: Sıra beklemeden abdesti alıp mescide girmek…
Torosların bir yaylasında, sabahın nurunda buz gibi su ile abdest almak hafız için rutin bir hareketti. Hızlıca abdestini alıp mescide çıktı ve rahlenin başına oturdu. Dersi epey zayıftı çünkü zor bir cüzdeydi. Bunlar aklına gelince canı sıkıldı, birkaç dakika ahşap panjurlu pencereden gökyüzünü seyretti. Sonra Kuran’ı açtı. Sayfaların arasında stresten yolduğu saçlarından birkaç tel gördü. Bir de gözyaşı damlası… Sayfayı ezberlemekte zorlanınca son çare olarak ağlamıştı. Ağlamıştı, çünkü hafız için ağlamak bir çareydi. Ayrıca bunları görmek artık onu etkilemiyordu. Bağdaş kurup sallanarak çalışmaya başladı. Mescit epey dolmuştu. İki metrekareye bir öğrencinin oturduğu mescitte, doğal olarak sıcaklık artmış, uykusuzluğun etkisi kendini belli etmeye başlamıştı. Hafız sallanıyor, ağzı kımıldıyor ama gözleri kapanıyordu… Artık dayanamadı ve alnını Kuran’a koydu…
Hocanın “haydi beyler namaz!” sesiyle irkilerek başını Kuran’dan kaldırdı. Bir iki dakika içi geçmişti ama dudakları hiç durmamıştı. Alnının alt kısmında, kaşlarının hemen üstünde hafif bir acı hissetti. İstemsizce elini alnına götürüp biraz ovaladı. Alnının acıyan yeri Kuran’ın alt kenarına denk gelmiş, üst üste binince jiletleşen sayfa uçları, hafızın alnında ince uzun bir çukur oluşturmuştu. Hafız, küçük ama uykulu halde hiç çekilmeyen bu acı ile namaza durdu. O gün sabah namazında nöbetçi olan imam namazı hızlıca kıldırıverdi. Her yerde sabah namazı uzun tutulurken Kuran Kursu’nun mescidinde kısa tutulurdu. Çünkü hafızlar namazı bir an önce kılıp derslerine çalışmalılardı.
Namaz sona erip tesbihat bitince hafızlar yeniden rahlelerinin başında yerlerini alarak çalışmaya başladılar. Burada çıkan uğultuyu dışarıdan duyan yayla ahalisi, “Yaylamızın bereketi bunlar”, “Maşallah arı kovanı arı!” gibi güzellemeler yaparlardı. Hakikaten de bu ses arı kovanından çıkan sese çok benziyordu. Ama hafız için uğultuydu. Birkaç dakika içinde uğultuya adapte olup hocaya dinleteceği sayfaları tekrara başlamıştı. Ta ki hocanın sesini duyana kadar. Dersini dinlediği öğrenci sayfayı okurken çok hata yapmış olmalı ki hoca, belletmene “oğlum gece pencereyi açık mı bıraktın bunlara yeni vahiy gelmiş galiba” diyordu. Bu çocuk şanslıydı çünkü hoca ders dinlemeye yeni başlamıştı. Vakit ilerledikçe dersini dinlete(meye)nler çoğalıyor ve hocanın hatalar karşısındaki tepkisi sertleşiyordu. Hafız bunları kafasından geçirirken kendisinin de bir an önce dersini dinletmesi gerektiğini anladı. Daha fazla beklemeyerek hocanın yanına gitti ve Kuran’ını hocanın işlemeli rahlesine koydu. Besmele çekip okumaya başladı. İlk sayfayı, üçüncü yanlışı yapana kadar okudu ancak hoca üçüncü yanlışta hiçbir şey söylemeden Kuran’ı hafıza doğru itti. Bu “Olmamış, git biraz çalış sonra gel” demek oluyordu. Hafız çaresiz Kuran’ı aldı ve kendi rahlesine doğru yürüdü. On dakika rahlesinin başında dersini tekrar ettikten sonra cesaretini topladı ve dersini dinletmek üzere hocanın yanına ikinci kez gidip Kuran’ı rahlesine koydu, başladı okumaya… Önceki dinletişinde yaptığı hatayı tekrar yapınca hoca bu defa Kuran’ı “kapatarak” hafıza doğru itti. Bu ise “Adam gibi çalış da gel” demekti. Hafızın içi kan ağlıyordu. Çünkü bu vakitten sonra ders dinletmek bir kenara dinleteceği dersi sesli tekrar bile edemezdi. Çünkü boğazına düğümler, gözlerine damlalar dizilmişti. O an hafız için ne sabahın nuru vardı ne de sabahın mis kokusu. Sabır… Hafızın aklına gelen tek şey buydu… Hafızlığı bırakamazdı. Çünkü annesi, babası ve daha birçok kişi ona ümit bağlamıştı. Daha hafızlığı bitirecek, ona bir ayetin devamı sorulduğunda “Beni sınayasınız diye hafızlık yapmadım ama” demeden ayetin devamını okumayacaktı… Hafızlığı bitirip “meyvesini” yiyecekti. Bir sürü hafız abiden böyle hikayeler dinlemişti çünkü… Bunlar hafızın zihninde hazır bulunan, her ders veremeyişinde vizyona giren bir film rulosu gibiydi. Ne zaman dersini veremeyecek olsa bunlar zihninden hızlıca geçiverir böylece kendini motive ederdi. Rahlesinin başına oturan hafız yeniden daha az şevkle çalışmaya başladı. Bir müddet çalıştı. Sayfalarını dinletebilecek derecede sağlamlaştırmıştı. Pencereden vuran güneş gözünü alınca saate baktı. Saat yediyi çeyrek geçiyordu. Mescitte kendisi ve birkaç arkadaşı dışında kimse yoktu. Bütün bunlar dersini dinletmesi için az bir süre kaldığına delaletti. Hızlıca kalkıp hocaya doğru ilerlemeye başladı. Tam Kuran’ı rahleye koyacaktı ki hoca ayağa kalktı ve “Bizim de canımız var, bir kahvaltı yapalım. Saat sekizde yeni ders günü başlayacak” dedi. Hafızın boynu büküldü. Hocanın o cümleden sonra ettiği beş dakikalık yüksek desibelli azarı dinledi. Bu beş dakikada hafızın zihninde hazır bulunan film rulosu bilmem kaç defa döndü… Hocayı dinledikten sonra hiçbir şey söyleyemedi. Hoca, yavaş adımlarla mescitten çıktı. Hafız ise saatine baktı. Yeni ders gününe kalan süre kahvaltı yapmaya değmeyecek kadar azdı. Rahlesinin başına bağdaş kurarak oturdu ve sallanarak okumaya başladı. Yarın sabah onun için daha zor olacaktı. Çünkü hoca iki günlük dersi daha titiz, daha dikkatli ve daha az toleranslı dinleyecekti… Ama yine de “sabır…” dı…