Allah kimi kime gönderir, nerede, nasıl vesile kılar? Bilinmez… Hesapların üzerinde hesap kuran rabbimiz, bir ferman buyurur ve binlerce kilometre uzakta yeni sınav soruları gelir karşınıza… Veya siz sınavınızla yüzleşmek için yer alırsınız.
Bir Allah dostu, gece bir rüya görür. Kendisine, atına binmesi ve atın duracağı yere kadar gitmesi emredilir. Aceleyle emri yerine getirir. At, virane bir yerde durur. Çevreyi aradığında bir inilti duyar. Girdiği bu virane yerde yaşlı ve biçare bir kişi bulur. İhtiyaçlarını karşılar. Ayrılacağı zaman da kendisini tanıtıp, bir sıkıntısı olduğunda haber vermesini, hemen gelip yardımcı olacağını söyler.
Yaşlı adam derin derin bakıp şöyle der. “Adını duymuştum. Seni iyi bir insan diye tanıttılar. Ama bu sözü sana yakıştıramadım. Şimdi seni ben mi davet ettim ki, bir sonrakinde sana haber salayım…”
Allah kimi kime gönderir, nerede, nasıl vesile kılar? Bilinmez... Hesapların üzerinde hesap kuran Rabbimiz, bir ferman buyurur ve binlerce kilometre uzakta yeni sınav soruları gelir karşınıza… Veya siz sınavınızla yüzleşmek için yer alırsınız.
Bir kardeşim, çevresine Kur’an öğreten, Allah’ın dini adına dertler taşıyan bir aileden bahsetti. Sıkıntı, herkesin boyunu aşar bu diyarlarda… Kalacak ev bulmak, karın doyuracak bir lokmaya sahip olmak, az mutluluk nedeni değildir.
Hamiyetperver birkaç kardeşin uzak diyarlardan gelen yardımıyla bir ev inşa edilir. Bu aile için yapılan eve hayırlı olsun ziyaretine gideceğiz. Onların yaşayacağı, kendilerine ait küçük bir eve sahip olma hazzına ortak olacağız. Yol boyu “Başka neler yapılabilir?” diyoruz. Mahallede mescit göremiyoruz. Açık alana kurulmuş bir kilese dikkatimizi çekiyor. Şayet bir yerlerden el uzatılmamışsa, Hristiyanlar için de fakirlik, fakirliktir. Buraya nasıl bir mescit olsa diye konuşuyoruz. Hayatın her safhasını tevazu içinde yaşamaya alışkın Afrika halkı, namazı da en kolay şekilde kılar. Sadece küçük bir duvarı olan, zeminin beton olmasının lüks görüldüğü mescitler- namazgâhlar burada fazlaca var.
Çoğu zaman başımız arabanın tavanına vurarak, dağdan iniyormuş gibi yol alıyoruz. Elektriğin uğramadığı, suyun bulunmadığı ücra bir mahalleye ulaşıyoruz. Küçücük evler var çevrede… Dünyaya sığamayanların anlayamayacağı bir hayat... Tüm genişliğine rağmen, evi gittikçe küçülen ve içinde hapishane hayatı yaşayanların uğrayamayacağı yer…
Nihayet evi buluyoruz. Önümüzde mihmandarımız olmasa, işimiz zor olacaktı. Eve ulaştığımızda çocuk gülücükleriyle karşılanıyoruz. Mevsimin sıcaklığı kadar ortamın sıcaklığı da insanın içini ısıtıyor. Eve gelen misafire bir şeyler ikram etmek, her yerde adettendir. Afrika’da önce su verilir. Hatta selamdan önce kimi yerlerde…
Ev sahibini sıkıntıya sokmamak için, suyumuzu da yanımızda götürüyoruz. Dostum, hem araçtan inerken, hem de sonra tekrar uyarıyor. “Biz sudan başka bir ikram almayacağız. Sadece su olsun ha!” bahçede oturup, ev ve çevresi üzerine konuşurken, zaman geçiyor. Ama suyumuz bir türlü gelmiyor. Baktık kalkıyoruz. Suyu merak ediyoruz. Meğer evde su ikram edecek bardak yokmuş. Vitrinde süs olsun diye saklananlar, kristaller, modası biraz geçmiş olanlar… Ne tuhaf değil mi? Hiç birini veremediler(!) Biz de geri dönüyoruz. İçemediğimiz su, boğazımıza düğümleniyor, Şişeden gözümüze yürüyor…
Çocukların plastik hasır üzerinde yattıkların dönüşte öğreniyoruz. Onlar için acınacak bir durum yok. Halleri, bizdeki kanaat azlığının aksine şükrün zirvesinde... Rıza hali böyle olmalı… Biz, onların nasıl yaşadıklarını düşünmüyoruz. Buna hayret etmek yerine, görevlendirilme amacımıza taaccüp ediyoruz. Bizi buluşturan kimin duasıydı acaba… Katılaşmış kalbe rikkat versin diye mi yönlendirildik? Yarasına dokunmak için mi?