
Büyükler der ki: “Keramet iki türlüdür: Küçük keramet; eşyadaki olağanüstü haller. Büyük keramet; ağızdan çıkan hikmetli söz.”
Şam`ın En Büyük Hırsızı
Muhyiddin-i Arabi hazretleri, Şam’da dolaşırken yolu bir meydana varmış. Meydanda; asılarak idam edilmiş bir adamın cesedi sallanmaktaymış. Cesede yaklaşmış. Maktülün boynunda; işlediği suçları anlatır uzunca bir levha asılıymış. Çünkü o dönem Şam’da; idam edilenlerin boyunlarına; hangi suçlardan dolayı bu cezaya çarptırıldıklarını anlatan bu levhanın asılması adettenmiş. Anlaşıldığına göre maktül, Şam’ın en büyük, en usta hırsızıymış. Senelerdir Şam’da soyulmadık kimse bırakmamışmış. Okumayı bitiren Muhyiddin-i Arabi hazretleri; maktülün ayaklarını, avuçlarına almış, eğilmiş ve öpmüş... Bunu gören ahali şaşmış kalmış. “Koskoca Allah dostu, Şeyh-ül Ekber; Muhyiddin-i Arabi hazretleri; bir adi hırsızın ayaklarını öpmüş ha! Olacak iş değil!” Sormuşlar hemen: “Efendim şu adi hırsıza ne büyük hürmettir bu! Hem onda size sevimli gelen nedir ki eğilip ayaklarını öptünüz? Ayrıca günahlarını da tasvip ettiğiniz anlamına gelmiyor mu bu yaptığınız?” Cevap vermiş Muhyiddin-i Arabi hazretleri: “Hürmetimiz onun günahına değil, mesleğini bu kadar iyi yapışınadır!..”
Vasfına yani... Tanıdığım Allah dostlarının genelinin ortak özelliği; bağlılıklarının kişiye değil; vasfa olması. “Günahkarı değil, günahı kına” anlayışı bunun bir başka yansıması. Tersten ama. Sevgileri de düşmanlıkları da kişilere değil, vasıflara... Tabii.. Nitelikler genellikle kişiler üzerinde tezahür ettiği için (Lütfi abi bu tezahür lafını çok sevecek. Afferin bana! Öğreniyorum bu işleri :) dışarıdan bakanlar yanlış anlayabiliyor. Yok yok. Anlayabilmiyor. Kesin yanlış anlıyor. %97 böyle. (%99 değil de %97 yazınca sanki daha bi` bilimsel durdu değil mi? Sanki kafadan atmamışım da gerçekten araştırmışım gibi. İyi o zaman. Bundan sonra böyle. İşinize gelirse...)
Peki ya Senin Allah`a Yaptığın...
Geçen gün “surf” yaparken ilgimi çekti okumaya başladım. Hürriyet Gazetesi magazin muhabirlerinden Mevlüt Tezel, Çanakkale Savaşı ile ilgili derin(!) ve engin(!) düşüncelerini kamuoyuna lütfetmiş: “18 Mart Çanakkale şehitlerini Anma Günü’nde TRT Çocuk kanalı, “Çanakkale Geçilmez” adlı bir animasyon yayınladı... Zap yaparken ilgimi çekti, izlemeye başladım. Meğer Çanakkale Savaşı ile ilgili okullarda bize öğretilenlerin çoğu yalanmış, şehir efsaneleri doğruymuş, biz bu savaşı aksakallı dedelerin yardımıyla kazanmışız. ... Büyük kahramanlıkların yaşandığı Çanakkale Savaşı`nda askerlerimizin tabii ki ilahi motivasyonu vardı (Yok yaaa... Ne ilahi motivasyonu; vatanımızı çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak ve anayasamızın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkelerini savunmaktan başka bir motivasyonları olamaz bence. Olmamalı.) ama bu savaşı aksakallı dedeler ve üstün güçler sayesinde kazanıldığını anlatmak en başta orada savaşmış komutanlara ve askerlere yapılmış en büyük haksızlıktır.” diyor... Peki ya senin Allah`a yaptığın haksızlık değil midir diyorum ben de?..
Cahile Kalem Vermişler...
Kelam-ı kibarda şöyle der: “Cahilin eline kalem vermek zulümdür.” Madem öyle: “Tarih tarih olalı böyle zulüm görmedi.” Mesele benim açımdan “Çanakkale`de ne oldu ne olmadı.” “Aksakallı dede Çanakkale`de görüldü mü görülmedi mi” ya da resmi tarih okullarda çocuklarımıza neleri öğretiyor meselesi değil. Öyle olsa Tarih Gastesi`nde yazardık bir şeyler. Mesele: Hayatı sadece elle tutulabilen, gözle görülebilen şeylerden ibaret sanan maddeci anlayış. Kardeş! Hayatta bazı elle tutulmayan şeyler var: Aklınla tutabilirsin. Bazı gözle görülemeyen şeyler var: Kalbinle görebilirsin. Böyle şeyler de var hayatta. Bunların olabileceğini ihtimal olarak bile kabul etmek bu kadar mı zor?!.
Görenedir Görene...
Öte yandan böyle şeyler olsa ne olur olmasa ne? Özdeki manayı anlayamadıktan sonra... Büyükler der ki: “Keramet iki türlüdür: Küçük keramet; eşyadaki olağanüstü haller. Büyük keramet; ağızdan çıkan hikmetli söz.” Kısacası hikmet keramettir ki karşıda anlayış sahibi biri yoksa; yok hükmündedir. Çokları; hikmetleri idrak edecek anlayışlardan mahrumlar... İlkel toplumların ortak özelliğidir: Hissilik. Manada derinleşemedikleri için elle tutmak, gözle görmek isterler hep. Başka türlü olmaz. Oysa Allah: “Hani dağı sanki bir gölgelikmiş gibi onların üstüne kaldırmıştık da üzerlerine düşecek sanmışlardı...” derken ve onlar hala anlamazken; kime, neyi, nasıl anlatacağız hiç bilmiyorum...
Kelam-ı kibarda şöyle der:
“Görenedir görene... Köre nedir körene?!.”