“Belli bir soya mensup olmak, ancak onun gerekleri yerine getirilirse anlam kazanabilir!” Kısacası Kur’ân, belli bir zümreyi ‘her şart altında / ne pahasına olursa olsun’ savunan, kollayan bir metin değildir.
Sevgili Yoni, sanırım biraz daha kalacağım buralarda. Sana geçen mektubumu gönderdikten sonra aslında kısa zamanda dönmeyi düşünüyordum. Fakat Hayfa’yı, Negev’i, Aşkelon’u ve Aşdod’u görmeden dönmeyeyim dedim. El-Halil, Beytlahm, Eriha çoktan görüldü tahmin edebileceğin üzere…
Doğrusu, üşenmeyip mektubuma cevap yazman, beni gerçekten çok sevindirdi. Mescid-i Aksa’nın avlusunda Filistinli Müslümanlardan oluşan bir grupla uzun bir sohbetin ardından otele döndüğümde, kapımın altından atmışlar mektubunu. Heyecanla okudum. Ve bana özellikle Kur’ân’la ilgili yönelttiğin bazı eleştirileri cevaplamanın, üzerime borç olduğunu düşündüm:
“Kur’ân’da Yahudiler için çok ağır suçlamalar var. Ve senin açıklamaların hiç ikna edici değil” demişsin. Evvela bunu açarak başlayayım:
Allah, siz İsrailoğullarına çok büyük imtiyazlar verdiği için, zaman içerisinde o yoldan bazı sapmalar ortaya çıkınca Allah’ın kızgınlığı da büyük olmuştur. Hani, çok kıymet verdiklerimizin ısrarlı hataları bizi daha çok kırar ya, ben Kur’ân’daki ifadeleri bu çerçevede okumayı tercih ediyorum. Tevrat’ın birçok pasajının, Kur’ân’dan daha ağır suçlamalarla dolu olduğunu sen de bilirsin mutlaka. Bu hassas bir konu. Yüz yüze devam edelim istersen.
Beni bilirsin: Tutup da uzun ve yıpratıcı tartışmalara girmek yerine, herkesin fikirlerini açıklıkla söyleyebileceği net bir ortamı tercih ederim. O yüzden, “Ben bir Müslümanım, buraya gel ve hidayete er!” üslubunu asla benimsemeyeceğimi tahmin edersin.
Beni çok iyi tanıdığın halde, bu girişi yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Çünkü bu mektubumda, Tevrat’ın iki temel tezini ve Kur’ân’ın buna cevaplarını karşılaştırmayı deneyeceğim. Demagoji yapmadan, somut ifadelerle. Her zamanki gibi, yorumu da kalbine bırakacağım. Benim görevimin oraya kadar olduğunu düşünüyorum çünkü. Bence tebliğ de bu demek. Ulaştırmak yani. Sonraki süreç, muhataba kalmalıdır ki, kararını özgürce verebilsin.
Tevrat’ın en temel tezi, ikimizin de çok iyi bildiği üzere, şöyledir: “Avraham’ın soyu üstündür. Rab, İsrailoğullarını seçmiş, onlara imtiyazlar sağlamıştır.”
Bu, Kur’ân’ın reddetmediği, ancak şerh düştüğü bir tezdir. Gerçekten de İbrahim, biz Müslümanların da ‘ata’sı olan, çok büyük bir peygamberdir. Onun çocuklarına ve torunlarına maddi-manevi her alanda muazzam imtiyazların verildiği de doğrudur. Fakat Kur’ân’ın şerhi şudur: “Allah’a ve O’nun elçilerine inanıp itaat ettikleri sürece…” Kur’ân böyle yaparak, çağlar boyu sürüp gidecek ve son tahlilde ırkçılıktan başka bir şey olmayacak bir sürece kapı açmak yerine, çok temel bir ölçü koymaktadır. Ve ilginçtir: Adeta bu konuda oluşabilecek genellemeleri yıkmak adına, birçok büyük peygamberin en yakınlarının, Allah’ın karşısında yer aldıklarını da bildirir bize Kur’ân. Böylece şunu söyler: “Belli bir soya mensup olmak, ancak onun gerekleri yerine getirilirse anlam kazanabilir!” Kısacası Kur’ân, belli bir zümreyi ‘her şart altında / ne pahasına olursa olsun’ savunan, kollayan bir metin değildir.
Birinci teze bağlı olarak, Tevrat şu ikincisini ortaya koyar: “Nil ile Fırat arası, sonsuza kadar İsrailoğullarına verilmiştir.”
Kur’ân bunu reddetmez. Bugün İsrail’in kurulduğu topraklar, Kur’ân tarafından “Arz-ı Mukaddes” olarak anılır ve oraların İsrailoğullarına ‘yazıldığı’ ifade edilir. Adeta bir ilahi ikram gibi. Ancak burada da, liyakat ve gayret şartı vardır. Bu şart, o toprakları elde etmek için verilecek mücadelenin de ahlakî ve insani olmasını gerektirir. Kur’ân’ın vizyonuna göre, aslında bugünkü Ortadoğu toprakları, Allah’a gerçekten inanan herkese nasip olabilecek bir ikramdır. Yarışan yarışsın!
Dini kimliğimi bir yana bırakarak söylüyorum ki, Kur’ân’ın ortaya koyduğu tez, bütün yarışmacıları eşit kabul eden ve gayret gösteren herkesin mutlu sona ulaşabileceğini savunan bir tez. Tevrat ise, bu haliyle, hiç de adil koşullar sunmuyor. Ve korkarım, Yahudilerin diğer insanları yarışmaya sokmak gibi bir merakları da yok. Bilmem, kalbin bu karşılaştırmaya ne tepki gösterir…
Şuna bütün samimiyetimle inanmanı istiyorum sevgili Yoni: Eğer Müslüman olmasaydım da benzer şekilde düşünürdüm. Bir Yahudi olsaydım örneğin, kesinlikle ırkçı bir Siyonist olmazdım. Adına insaf denilen o altın teraziyi kesinlikle bırakmazdım elimden.
Sana mektubumu gönderdikten sonra, uzun bir Kudüs gezintisine çıkacağım. Theodor Herzl’in, Golda Meir’in mezarlarına, Yad-Vashem Müzesi’ne de uğramayı planlıyorum. İzlenimleri aktardığım bir mektup daha yazarım sana belki. Çünkü böyle giderse uzun bir süre daha ayrılamayacağım ‘vaat edilmiş topraklar’dan. Gerçekten de bana muhteşem sürprizler vaat ediyor buralar...