Şimdi soruların, şimdi kelimelerin, şimdi bizlerin içi boş. Nasılsın diye rahatça sormamız, hem soruyu hem de cevabı çok önemsemediğimizden olabilir mi?
Dil üzerinden bir sohbet konusu açıldığında, mevzu muhakkak şuraya da geliyor: Eskisi gibi kelime hazinemiz zengin değil, günlük konuşmalarımızda artık çok az sayıda kelime kullanıyoruz. Bunun sonucu olarak ne hissettiğimizi, ne yaşadığımızı da fakirce anlatmış oluyoruz. Kelimeler ne kadar çoksa, dil de o kadar zengindir. Biz şimdi kelime fakiri gibi konuşuyoruz. Sadece bu da değil. Artık gençler kendi aralarında çok daha farklı yeni! kelimeler, deyimler kullanıyorlar. Tıpkı yabancı bir dilde konuşuyorlarmış gibi, onların yanında kendinizi Fransız hissedebiliyorsunuz.
Kelimelerimizin azalması gibi, zaten az olan kelimelerin anlamlarının boşaltılması da bir felaket. Farkında mıyız? Çoğu zaman hayır. Farkında olmak için bilinç, bilinç için o kayıp kelimeler, anlamlar gerekli.
“Nbr?! İilik!”
Cevabı en zor sorulardan biri olarak düşünmüşümdür aslında, “nasılsın?” sorusunu. Yeni öğrendiğim bir bilgi beni yanıltmadı. Arapça’daki “keyfe” sorusunun bizdeki karşılığı olan “nasılsın” aslında çok derin bir soruymuş. Kelimenin aslı, yani özü, yani asıl sormak istediği şu: “Ne asılsın?” “Aslın nasıl?” Şimdi seni görünüşünden, süsünden arındırsak, sakalından, örtünden, bakışından uzak kılsak, içinde yine değişmeyecek olan hâlin, o asıl, nasıl?
Müslüman, emin insan… Müslüman sözün sorumluluğunu bilen insan… Nasılsın diye kardeşine sorduğunda, gelecek cevabın vebalini üstlenmesi gereken kişi.
Bu yüzden sormak vebaldir. Nasılsın diye sorduğumuz kişi, bir derdini, sıkıntısını bize ilettiğinde, onu selamete çıkarmadan bırakmamalıyız. Kederli gönlüne bir pencere açmadan, diğer soruya geçmemeliyiz. Nasılsın diye sormakla, ona problemini sorduk. Problemini söyle ki çözüm bulayım, der olduk. Bunu yapmak neye mâl olursa olsun, o problemi çözmeden bırakmamalıyız. Bu nedenle ince insanlar bu yükün altından kalkamazsak diye endişe ederlermiş. Nasılsın diye sormak yerine, dünya işlerin nasıl, okul nasıl gidiyor, evde işler yolunda mı, gibi dağın eteklerinden soru sorarlarmış.
Sizin oralarda rüzgar nasıl esiyor? Sularınız akıyor mu? Fideler tuttu mu? Ağaçlar meyveye durdu mu? Öksürüyordun, şimdi geçti mi?
Sormak vebaldir, hem de büyük vebal. Biraz da bu yüzden belki, başına kuş konabilecek kadar sessiz, sakin olurdu saadet asrının dinleyenleri. Soru sormazlardı. Bedeviliğin cesaretini beklerlerdi bir soru için.
Şimdi soruların, şimdi kelimelerin, şimdi bizlerin içi boş. Nasılsın diye rahatça sormamız, hem soruyu hem de cevabı çok önemsemediğimizden olabilir mi? İyilik, nolsun, diye cevap geleceğini düşündüğümüzden mi? Nbr, diye sormamız, birkaç satır chat muhabbeti başlatmak için mi? Ne soruyu, ne sorduğumuz kişiyi ve aslında ne de kendimizi pek önemsemediğimizden mi?
Zaten gerçek sorular, gerçek cevaplar olsaydı hâlimizin aslı bu kadar yaralı da olmazdı herhalde. Çünkü işin ehli bilir ki, gerçek soru, taşı gediğine koyar. Kilidi açıverir. Gönül ehli bir büyüğün yanında da, mesleğinde uzman bir psikologun yanında da dilimizin çözülmesi, biraz da bundandır.
Manaları içinde, iyi seçilmiş kelimelerle konuşan insanları dinlemek, bu şekilde yazılmış bir yazıyı ve hatta bazen sadece bir mısrayı okumak bile ne keyiftir. Ne keyfiyetli bir iştir. Allah bizi onlardan ayırmasın.
“Hadi Aeo.”