
“Benim önerim, Kudüs’ü uluslar ve dinler arası bir konseyin yönetmesi.”
Sevgili Yoni, Geçen mektubumda sana yapacağımı söylediğim Kudüs gezisini hatırlarsın. Benim için ilginç izlenimlerle dolu bir gezinti oldu:
Theodor Herzl’in, kendi adına çamlarla dolu bir gezi alanı olarak düzenlenen tatlı bir tepenin zirvesindeki kabrinde, gülümsemekten kendimi alamadım. Herzl, 1897’de Kudüs’ü ziyaret etmiş ve “Aşırı bir yoksulluğun hüküm sürdüğü, iğrenç, sefil, tıklım-tıkış bir yer” olarak nitelediği şehirden Avrupa’ya dönüşünde toplanan Birinci Siyonist Kongre’de Kudüs seçeneğini gündeme bile almamıştı. Daha sonra Yahudiler için bir ulusal vatan olarak Uganda’yı önermişti. Hatta onun bu teklifi oylamaya bile açılmış, kabul edilmesine ramak kalmıştı! Duymuş muydun bunu daha önce? Theodor Herzl’in kabri, Viyana’dan 1949 yılında taşınmış Kudüs’e. Tarihin bir cilvesi olsa gerek bu!
Kudüs’ün batı yakasında gezinirken, sanki bir Avrupa şehrini adımlıyormuş duygusuna kapılmamak mümkün değil. Fakat insan, adımını attığı yerlerin neyin karşılığında böyle imar edildiğini düşününce, biraz ürpermiyor değil. Sen elbette bana katılmazsın, fakat, İsrail’in kuruluş sürecinde, bölgede oturan Arapların, korkutularak ve sindirilerek göçe zorlandığına dair bilgiler içeren ciddi kaynaklar var elimizde. Örneğin Deyr Yasin Katliamı, birçok Yahudi tarafından bile ürküntüyle hatırlanmakta.
Tesadüfen, Naomi Shemer’in ‘HaKol Patuach’ adlı şarkısının konser çekimine denk geldim Batı Kudüs’teki bir restoranda. Sizin Yam HaKneret dediğiniz Taberiye Gölü’nün kıyısına harika bir sahne kurmuşlar. İki yanda hurma ağaçları. Arkada gölün muhteşem manzarası. Shemer 2004’te öldüğüne göre, 1990’lı yılların bir konseri olmalı bu. Naomi, o hüzünlü sesiyle “Her şey mümkün / Yarın her şey olabilir” derken, ben üzerinde bulunduğumuz toprakları düşündüm. Taberiye’nin kıyısında, belki de tam Naomi’nin şarkısını söylediği yerlerde, bundan 820 sene evvel Salahaddin, Haçlı ordularını ezmişti. Sonra Kudüs’e gelmiş, 1099’da Hıristiyan ordularının kılıçtan geçirdiği Yahudilere geniş özgürlükler tanımıştı. Hatırlarsınız.
Yok yok, buradan “Biz size her zaman iyi davrandık” noktasına gelmeyeceğim. Şunu söylemek istiyorum sadece bu örneği verirken:
Yüz sene önce, bugün İsrail’in ihtişamla yükseldiği topraklarda Osmanlı vardı. Acaba yüz yıl sonra kim olacak? Bu soruyu sorabilmek bile büyük bir cesaret bugün İsrail’de. “Ne yani, yok olacağımızı mı söylüyorsunuz? Doğru işitiyorsam, siz bir antisemitistsiniz!” yaftası hazırdır çünkü. Hayır, antisemitizm değil bu, sadece tarihi bir yasayı hatırlatma çabası. Ama görüyorum ki, henüz bazı şeyleri ‘farz-ı muhal’ olarak konuşabilmeye bile hazır değilsiniz.
El-Halil’den Kudüs’e dönerken, şehrin girişindeki duvarlar ve arama noktaları dikkat çekiciydi. Duvarlar Müslümanları Yahudilerden ayırırken, arama noktalarında titiz bir kontrol göze çarpıyordu. İstanbul’u ya da başka büyük İslâm şehirlerini düşündüm. Bence İsrail’in henüz Kudüs’te bile güvenliği sağlayamamış olması, bazı şeyleri düşündürmeli herkese. Özellikle de Yahudilere. “Teröristlerden kendimizi koruyoruz” savunmasının, olaylara sebep-sonuç ilişkilerini gözden kaçırmadan bakabilen akl-ı selim sahibi Yahudileri bile ikna etmeyeceğini düşünüyorum ben.
Yukarıda sana sözünü edip geçtiğim Deyr Yasin Katliamı ile ilgili araştırmalar ve Yahudi kaynaklarında olaydan söz edilirken kullanılan çeşitli anlatım biçimlerini göz önüne aldığımda, ister istemez şu sonuca ulaşıyorum:
Aslında Ortadoğu’da en çetin savaş, tarafların tezleri arasında yaşanıyor. Olaylar nereden baktığınıza göre çeşitli anlamlar kazanıyorlar ve sonuçta sesi çok çıkan kazanıyor çoğu kez.
Örneğin, Altı Gün Savaşı’nda İsrail ordusunun Doğu Kudüs’ü işgal etmesi ve Ağlama Duvarı da dahil, kutsal bölgelere el koyması, İsrailliler açısından bir fetih iken, Araplar açısından işgal. Aynı şey, İstanbul için de geçerli. Müslüman biri için Konstantinopolis ‘fethedilmiştir’, karşıt görüşte olanlara göre ise ‘düşmüştür’ veya ‘işgal edilmiştir’.
Bu, kazananı zaman ve zemine göre değişen bir kavga aslında. Bu sebeple, ayrışma noktalarından değil de, ortak zeminlerden hareket ederek sonuca ulaşmaya çalışmak en iyisi.
Benim önerim, Kudüs’ü uluslar ve dinler arası bir konseyin yönetmesi. Her dinin kendi kutsal alanlarını koruma güvencesi alması karşılığında, Kudüs’ün tek bir görüş emrine verilmemesi. Ben ancak böyle bir durumda kutsal şehrin gerçek anlamıyla ‘Barış şehri’ olabileceğini düşünüyorum. Ama korkarım, Siyonizm’in temel esaslarından biri, Kudüs’ün, yani Yeruşalayim’in ebedi başkent olması iken, bu söylediklerim sadece hayal olarak kalacak...
İşte böyle sevgili dostum,
Sana, senin teklifinle çıktığım bir yolculuktan kalbimde kalanları böylece aktarmış oldum. Artık dönüyorum. Bu mektubumun cevabını, İstanbulumuzda, güzel bir sohbetle verirsin bana.