Batı tipi düşünme ameliyelerinin bizlere salık verdiği, “Doğrusu budur, iyi belle!” dediği durumlardan bir tanesi de, belirli türden bir ilerlemeyle birlikte bazılarımızın geride kaldığıyla ilgili aldatmacaydı. Örneğin, bizler, anne-babamızdan daha ileride değildik bizlere söylendiği gibi; onlardan daha fazla “adam” olmayı da başaramamıştık esasında.
Kendimi (biraz olsun) tanımaya ve bilmeye başladığım zamanlarda “büyüklerimden” öğrendiğim en önemli gerçeklerden bir tanesi, üzerimize boca edilmeye çalışılan “Batı” jargonlu düşünme ameliyelerinin hem kendimizi hem de memleketin hakikatlerini öğrenmemizde en büyük “düşmanımız” olduğuydu. Batı tipi düşünme ameliyelerinin bizlere salık verdiği, “Doğrusu budur, iyi belle!” dediği durumlardan bir tanesi de, belirli türden bir ilerlemeyle birlikte bazılarımızın geride kaldığıyla ilgili aldatmacaydı. Örneğin, bizler, anne-babamızdan daha ileride değildik bizlere söylendiği gibi; onlardan daha fazla “adam” olmayı da başaramamıştık esasında. Daha doğru bir ifadeyle, onları her defasında “geri”de kalmış, köhne bir durumda düşünmemiz, söz konusu Batı menşeli “zoka”yı yutmamız anlamına gelmekteydi. Buysa, daha genel olarak, bazı ilişki modellerinin ve tarzlarının, bizler onu uygulamıyor olsak bile, “kötü” olmadıklarını anlatmaktaydı bizlere. Modern bireyler olarak birçoğumuzun (Böyle olmayanlara ne mutlu!”) kendimizle ve çevremizle kurduğumuz ilişkilerdeki temel sıkıntı tam da buydu; bu anlamıyla böylesi bir düşünme biçimin hem yanlış hem de temelde kibirli bir şeyler içerdiğini zaman içerisinde anlamıştım nihayetinde.
Bununla birlikte, evet, anlamak hep bir daha, tekrar ederek, anlamaktı. Geçtiğimiz günlerde hastanede, halletmem gereken bir iş için girdiğim kuyrukta başıma gelen durum bana, hem anlamanın ne demek olduğunu hem de anladığım bu şeyin (ki bu söz konusu yanlış ve kibirli düşünmeyle ilgiliydi esasında) tam olarak ne demeye geldiğini bir kez daha gösterdi bana. Yan tarafımdaki kuyrukta, kucağında bebeğiyle bir kadın bekliyor. Kadın, belikli, gariban: Bu her şeyiyle aşikar. Onun hemen arkasında da, kılık kıyafetinden haline, edasına kadar “Beyaz Türk” olduğu anlaşılan bir kadın duruyor. Bu fosforlu ve bol allıklı kadın, önündeki gariban kadına, “Çocuğu kocana versene o tutsun sen kuyruktayken!” diye çıkışıyor ve ardından ekliyor: “Hala öğrenemediniz `eşit` olduğunuzu; senin kadar onun da bakması lazım çocuğunuza; sen anaysan o da baba, bunu unutma!” Süslü kadını görmeniz gerekiyordu o anda; elinde olsa dövüverecek gariban ablamı; yalnızca gariban ablamı mı; kocasını da, gariban ablamın o “canavar” kocasını da. Tam o sırada, kafama çok değerli insanlar tarafından vura vura öğretilen ve birbiriyle doğrudan ilişkili olan “gerilik/gericilik/geride kalmışlık”, “feminist dil” gibi bir takım “fenomenlerin” ne türden bir sıkıntıyla kaim olduğunu bir kez daha (anlamak tam da böyle bir şeydi demek) anlamış oluyordum nihayet. Boyalı ablamız, normal şartlarda doğru olduğunu düşündüğümüz bir şey söylüyordu kendince: Çocuklu kadına kocasının yardım etmesini istiyordu. Burada görünürde bir sıkıntı bulunmamaktaydı hiç şüphesiz. Sıkıntı tam da üslupla ilgili noktada açığa çıkıveren ve kadının “gerçek niyetinin” ne olduğunu bizlere gösteren örtük imalarında gizliydi esas olarak. Bu anlamda boyalı ablanın asıl derdi, elinde çocuğuyla bekleyen kadına yardım etmekten öte onu, kelimenin en gerçek anlamıyla, aşağılamak ve “hakir görmek”ti bir bakıma. Bu filmi daha önce defalarca izlemiştik: Batılı kadın, köylü/gerici/gariban kadına “üstten” bakar ve onu aşağılar. Bununla birlikte burada dikkat etmemiz gereken asıl nokta, boyalı abladan çok gariban kadına odaklanmak ve onun hangi durum içerisinde olduğunu anlamaya çalışmak olmalıydı ve ben de bunu yapmaya çalıştım kendi adıma. O andan sonra “bir sosyal gözlemci olarak” yarım saati aşkın bir süre kadına “gizli gizli” baktım ve kadının o bebeğiyle ilgili hiçbir sıkıntısının olmadığını; ortada kocasının kadına yardım etmemesinden ziyade, kadının bebeğinden ayrı durmak istememesi ve buna ilave olarak adamın da aynı anda, o malum hastane içi koşturmaca içerisinde olduğunu tam olarak müşahede ettim. Dolayısıyla boyalı ablamızın “feminist” gözlüklerle meseleye açılarak olduğunu sandığı gibi burada bir “iktidar” mekanizması işlemiyordu ne yazık ki. Ortada çok daha basit ve çıplak bir gerçek vardı: Kadının kocası da o anda hareket halindeydi ve bebeği tutamazdı; ama daha da önemlisi böyle olsa bile gariban ablam yavrusunu bırakmak istemezdi.
Evet, anlamak tam da anlamış olduğunu bir daha anlamaktı ve ben memlekete yabancı kalmış, memleketi ve buradakileri “halk” diyerek çoktan geride kalmış ve aptal sayan düşünme biçimini, yani oryantalist bakışın ne demek olduğunu “anlamış” oluyordum nihayet. Söz konusu oryantalize eden bakışın temel sıkıntıysa, insanları kendi içinde bulundurdukları “gerçeklik” içinde değerlendirmemeleri ve onlara yönelik bir bakış yöneltirken kendi sözde hakikatlerini onlara boca etmeleridir. Dolayısıyla buradaki temel sıkıntı oluşturan nokta, geçmişe yönelik bir bakış geliştirmek değil, bakışın, kelimenin en gerek anlamıyla, “geçmiş”e yöneltilmiş olduğunu sanmaktır. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, kendimizi ileride konumladığımız herhangi bir düşünme ameliyesi teorik olarak kendisini iptal etmiş olmaktadır ve memleketteki cari düşünme eylemi, söz konusu bu teorik zaaftan fazlasıyla nasiplenmektedir. Bu anlamıyla, boyalı ve janjanlı ablanın gariban ablamıza bakışındaki asıl sıkıntı, onu içinde bulunduğu bir takım sembolik hareketlerle birlikte (örtülü olması, Türkçesinin bozuk olması vesaire) “geride” kalmış bir şey olarak görmesi ve ona her bakışında gördüğü her eylemi geçmişle birlikte işaretleyerek düşünmeye devam etmesiyle ilgilidir.
Kendimi “büyük” gördüğüm ama aslında “küçük” olduğum zamanlarda, annemden, onun “geri kalmış” halinden utandığımı dün gibi hatırlıyorum. O gün karşılaştığım o manzarayla ilgili en büyük hatam, o anda o gariban ablaya destek olup o boyalı yabancının ağzının payını vermemek oldu. Memleketin bütün gariban (ablalarına) bâki selam!