Kulak kesilmeden duyduklarımızı kulak arkası ettik. Ta ki kapitalizmin çamurunda bocalayan o reklâm spotunu duyana dek. Reklâmı seslendiren şahıs “falanca yapı ve dekorasyon sistemleri”ni tanıttıktan sonra bir baba sesi tokluğu, bir anne kucağı doğallığında gayet sıradan bir şekilde spotu patlattı: “Hayalinizdeki kapı kolu.”
ey de hey gençliğim. Senin şu kısacık zaman diliminde çektiğin cefayı inan eski kültür bakanımız Atilla Koç peşine düşen magazincilerden çekmemiştir. Şu gözüne kulağına yayılan reklâm ışıklarının verdiği eziyeti; “ışık biraz daha ışık” diyerek ölen Goethe görseydi ayağına taş bağlayıp karanlığa huzur içinde öylece atlayıverirdi. En olmuş oturmuş dervişlere bile neuzibillah çektiren şu şaşaalı hayat senin gibi bir metropol bedevisini yerden yere vurmuş çok değil elbet. Sen çalgı çağanak sesleri arasında pazarda çocuğunu kaybetmiş kadın gibi ezan sesini yana yakıla ararken dünya çıkardığın sesten utanıp yörüngesinden şaşmıyorsa bil ki daha çoook çekeceğin oflar, edeceğin vahlar olduğu içindir.
Vah da vah gençliğim. Niye durup dururken beni mersiyeler ile gömüp, methiyelerle yüceltip jetlag olmama vesile oluyorsun diye sorup durma. Şu kapitalist hayatın maneviyat kontenjanını gün geçtikçe sınırladığı düşünülürse, insan bazen o kontenjana girme çabası ile böyle lâakal laflar edip kekeleyebiliyor. Az evvel dinlediğim o reklâm spotu olmasaydı yazıya böyle söylenerek başlamaz, şekerli kahvem ile güne huzur içinde merhaba diyebilirdim. Reklâm sektörü ve pazarlama teknikleri traktör tekeri gibi sabah sabah üzerime yürümeseydi ben de kaçarken böyle başımı kelimeden kelimeye vurmaz, iki adımda menzilime varabilirdim…
Efendim yazının başında niye bu kadar esef edip ah çektiğimi izah edeyim… Bu sabah her Müslüman gibi ben de kalkıp elimi yüzümü yıkadım, iki parmak kalınlığındaki ekmeğimin üzerine şokellamı sürüp Rabbimin beni istikrasız bir ülkede, iç savaşın ortasında, işgal edilmiş bir evde, kışkırtılmış insanların arasında yaratmadığına şükrettim. Radyomun kulağını büktüm ve frekanslar arasında gezinmeye başladım. Lakin bir dalga boyunun; boyumun ölçüsünü vereceğini elbette bilmiyordum. İki müzik tıngırtısıdinledikten sonra radyodaki o munis ses “reklamlar” dedi. Hadi dinleyelim dedik. Emek dedik, müşteri dedik, satış dedik. Hangi reklâm çıktı ise amenna dedik, dinledik. Kulak kesilmeden duyduklarımızı kulak arkası ettik. Ta ki kapitalizmin çamurunda bocalayan o reklâm spotunu duyana dek. Reklâmı seslendiren şahıs “falanca yapı ve dekorasyon sistemleri”ni tanıttıktan sonra bir baba sesi tokluğu, bir anne kucağı doğallığında gayet sıradan bir şekilde spotu patlattı: “Hayalinizdeki kapı kolu”. Spot beynimin duvarlarında bir süre badminton oynadıktan sonra hücrelerimde yankılanmaya başladı: “Hayalinizdeki kapı kolu… Hayalinizdeki kapı kolu… Hayalinizdeki kapı kolu…” Nasıl yani hayalimizdeki kapı kolu?
Bu şaşkınlıkla karışık apışma hâli ile bir süre sendeledikten sonra hayallerimi yoklamaya başladım. Hayalimde ne kapı vardı ne de kolu. Bir insan neden kapının kolunu hayal ederdi. İnsan kapı kolunu hayal eder miydi yoksa bir kapı kolu hayal etmesi için sistem onu zorlar mıydı? Kapitalizmin kapımıza kadar geldiği yetmemiş gibi, bir de kapımızın koluna girip halaya mı durmuştu. Medeniyetler çatışması, rejim değişiklikleri, enerji savaşları, küresel iktidarlar, mezhep krizleri ortasındaki Müslümanlar tüm dertlerini çözmüştü de bir kapılarının kolları mı kalmıştı? Ülkesindeki zenginlikler başka ülkelerin kontrolü altına girmişken, zengin bir azınlık yüzündendünyanın büyük bir bölümü açlığa terkedilmişken, dindaşlarının ellerinden özgürlüğü, güvenliği alınmışken, istikrarsızlık politikaları tavan yapmışken, dünya strestopuna dönmüşken sistem hayalimizdeki kapı kolunu bükerek bizi refah dairesinin içerisine iteklemeyi mi vaat ediyordu?
İnsan ayrıntılara takıldıkça hayata daha da mı bağlanıyordu? Ceberut iletişim ağları ile üzerimize gelen sinsi reklâmcılar şimdi de bunu mu keşfetmişti. Ayakkabımızın üzerindeki demirin üçgen mi kare mi olduğuna, arabamızın renginin gözümüzle olan uyumuna, trekking yaparken giyeceğimiz donun paça sının ayakkabı ile oranına, saçımızın sağ tarafının sol tarafından iki milim kısa olup olmadığına vs. karıştıkları yetmemiş gibi şimdi de kapımızın koluna mı kafayı takmışlardı? Zaten çoktandır mühim meseleleri masal kategorisinde dinliyoruz. Zaten ayrıntılarla teyellenmiş kırkyama bir bohçayı hayat diye yaşıyoruz. Zaaflarımızı bilenler de sırf bu yüzden mi dünyanın bir gölgelik olmasını unutup evimizin kapısının kolunun büküm yerinin ucundaki o yeri hayal ederek yaşamamızı istiyor? Kapitalizmin babası Adam Smith bile bu kadarına “yuh” derdi inanın.
Yapmayalım. Etmeyelim. Bu reklâmcıların ve metin yazarlarının oyununa gelmeyelim. “Sürdürülebilir kalkınma politikalarının” süreğihâline dönüşmeyelim. O kapıya takacağımız kulpun pirinç olması 7 yıl garantili olması ileri teknoloji ile imal edilmesi niye hayâl dünyamızı kaplasın efendim. Bize bir kapı kolu hayali kurdurmaya çalışanların başarabilirlerse ardından çok daha fazla ayrıntı ile bütünden kopmamız için çalışacaklarını unutmayalım. Yoksa ömrümüz kapının kolu, yumurtanın kulpu derken ziyan olup gidecek.Atalım lütfen kafamızdan tüm kulpları, kolları, menteşeleri, küpeşteleri… Cennet ile aramızda kapı gibi duran şeytanı bertaraf etmek için bir de kulp aramaya çıkmayalım... O kapıya tüm gücümüzle omuz atalım gitsin.
Atalım lütfen kafamızdan tüm kulpları, kolları, menteşeleri, küpeşteleri… Cennet ile aramızda kapı gibi duran şeytanı bertaraf etmek için bir de kulp aramaya çıkmayalım... O kapıya tüm gücümüzle omuz atalım gitsin.
Not: Bakmayın mesajı verip yazıyı bitirdiğime. “Kapı kolunu hayal ettirende mi hayal edende mi suç” paradoksunu bünyem daha fazla kaldırmadı. Yazı bittikten sonra kalktım evdeki tüm kapı kollarına ters ters baktım. Acelem varken hırkamın ucuna takılan kazağımın kolunu yırtan bu nesneler hepten çirkin geldi gözüme. Bir iki atraksiyon ile sarstım, vurdum, tartakladım. Sonuç ne mi oldu. Hiç. Ev sahibimin hayalindeki kapı kolu baya sağlammış.