Kalp sensörü dediğimiz, park sensörü gibi bir şeydir aslında. Park sensörü, arabanızı hasardan korumak için, zarar verici şeylere yaklaştıkça ikaz ediyor ya sizi! Kalp sensörü de böyledir. Siz bunu vicdan olarak da düşünebilirsiniz. Yanlış pozisyonlara düştükçe, olmayacak işlere yaklaştıkça içinizde bir ses dıt dıt dıııt der.
Hikayemizin konusu, “Can bu can benim can” diyen kanlı-canlı bir grup ile, “Feda olsun bu can” diyen müzelik bir iki delikanlı arasında geçen bir akşam muhabbetidir…
Serkan ile Özcan arabadan inip manzarası en güzel masalardan birine geçerler. Yan masada Cemil Bey artık Salih Bey’i kızdırmayı bırakmıştır. Serkan siparişleri verir.
- Bana bir elmalı nargile... Arkadaşınki kavunlu olsun. İki arkadaş daha gelecek, onların siparişlerini birazdan alırsınız.
İki arkadaş dediği; ikiz kardeşi Sercan ve Özcan’ın ikizi Özkan’dır. Bu dörtlü, dört element gibi hep bir arada bulunur. Ayrı gezdikleri, bir yere ayrı gittikleri nâdir görülür. Dörtlümüzün birbirinden ayrıldığı şu anda, Sercan babasının yeni aldığı arabasını park etmeye çalışmaktadır. Özkan ise ona yardım etmeye… Sercan geri yanaşırken, dışarıdan Özkan:
- Yaklaştın. Duurr.. Yaklaştın diyorum, daha da geri geri geliyorsun…
- Kardeşim bir sus… Duymuyor musun bak dıt dıt ediyor. Park sensörü var bu arabanın korkma!
- Hadi canım sen de… Arabayı vur da, göstersin baban sana park şeyini dıııııt diye… Aslında bu dörtlü iyi çocuklardır, usûlünce söylense laftan anlarlar. Fakat, bulaştığı dimağı çürüten ve idealden eser bırakmayan zamâne illetlerinden korunamamışlardır. Milletin ardınca takılıp kendi hallerinde yavaş yavaş bozulmaktadırlar o kadar…
Park etme işini bitirince onlar da kardeşlerinin yanına gelir ve siparişlerini verirler:
- Bana bir tane neskafe bir de çilekli nargile..
- Benimki de aynısı olsun…
Serkan der ki:
- Valla burayı işleten kimse, manyak para kazanıyordur haa..
- Mübarek darphane gibi tıkır tıkır baksana, dedi Özcan.
- Bence garanti mafyanın eli vardır bu işte, deyince Sercan;
- Sen de Vadiyi seyredince tozuttun iyice… Belediye ihâlesiyle veriliyor böyle yerler, diye kızdı Serkan.
Tartışma daha devam edecekti ama Sercan yan masada oturan üç kişinin onlara bakıp arabayı gösterdiklerini fark etti. Yanındaki üç kankasından da cesaret alarak:
- Hayrola abi! Bir durum mu vardı, dedi babayiğit bir tavırla.
Yan masadaki gruptan Cemil Bey cevap verdi:
- Yoo… Arabayı maşallah pek güzel park ettin de dikkatimizi çekti…
Cemil Beyin yanındaki arkadaşı başını sallayarak tasdik etti:
- Vinçle kaldırıp yukarıdan aşağı yavaşça koysan, o boşluğa ancak sığardı araba. Benim adım Nedim, vallahi helal olsun dedim…
Sercan tevazu ile baş kesip:
- Yok abi! Estağfirullah, babam sağolsun. Araba son model, şeyi var, derken Özcan araya girdi:
- Park sensörü var abi arabanın. Ama zavallı sensörün imanı gevredi dıtlamaktan. Abi bu arabayı hani Türkler yapsaydı, dıtlamayı bırakır artık “çüş ohaaa çüüş..” derdi araba.
Bu espriye bütün herkes güldü. En çok da Sercan’ın güldüğünü gören Salih Bey:
- Ne güzel arkadaşlığınız var sizin, Allah muhabbetinizi bozmasın, demekten alamadı kendini… Daha sonra da bir müddet için herkes kendi arasında muhabbete daldı.
Cemil Beylerin masasında ne konuşulduğunu biz pek bilemiyoruz. Ama bizim dörtlünün uzak çaprazındaki masaya, alımlı-çalımlı ve de ay parçası dört kız gelip oturunca, bu hâdise âdeta bizimkilerin yüreğine oturdu.
Serkan dedi ki:
- Ben “Alllaah” derim… Sercan ise:
- “Vallahi yaratmış yani” derim, dedi. Özkan:
- Özür dilerim, ilâve ederim; “Özenmiş de yaratmış” Özcan ise mırıldandı:
- “Şeytan diyor ki” diye bir şarkı mı vardı neydi?
Karşı masadaki hanımlar, buralarda kendilerinden en çok bahsettiren kızlardı. Bizimkiler de haliyle şimdi onları konuşuyorlardı. Tabi bu arada, Salih Bey ve ekibinin kendileriyle alâkadar olduğunu fark etmediler. Delikanlıların muhabbetleri giderek seviyesizleşince, Cemil Bey duruma el attı:
- Gençler sensörünüz çalışmıyor herhalde… Sercan şaşırmıştı:
- Tabii abi. Araba çalışmıyor ki! Park sensörü niye çalışsın?
Nedim Bey arkadaşının sözlerine açıklık getirdi:
- Arkadaş park sensörünü kastetmiyor, kalp sensöründen bahsediyor.
Özcan merakla sordu:
- O nedir ki abi?
- Kalp sensörü dediğimiz, park sensörü gibi bir şeydir aslında. Park sensörü, arabanızı hasardan korumak için, zarar verici şeylere yaklaştıkça ikaz ediyor ya sizi! Kalp sensörü de böyledir. Siz bunu vicdan olarak da düşünebilirsiniz. Yanlış pozisyonlara düştükçe, olmayacak işlere yaklaştıkça içinizde bir ses dıt dıt dıııt der.
Nedim Bey devam etti:
- Sağa sola böyle birkaç defa iyi bir geçirirseniz, sensörünüz hiç çalışmaz hâle gelebilir. Allah muhafaza sonra da, sarhoş sürücü gibi oraya buraya toslar durursunuz hayat trafiğinde.
Mesele Özkan için orijinallik ifade ediyordu. Fal taşı gibi açılmış gözlerle sordu:
- Abi şimdi ben merakımdan soruyorum, maksadım alay değil. Hani diyelim ki ben, kalp sensörümün dıt dıt ettiği bir şey de devam ettim, ikazları dinlemedim, vurdum. Şimdi ne olmuş oluyor?
Salih Bey cevap verdi:
- Günaha girmiş oluyorsun. Nereye tosladığına, hangi yasağı çiğnediğine bakarak, sana bir ceza kesiyorlar.
Sercan gevrek gevrek güldü:
- Aman be abi sen de! İlâhi, ben de bir şey olacak zannettim! Allah affeder be ya!
Nedim Bey bastı kahkahayı…
- Hah hah haaa… Hadi yaa… Şunu diyene bak. Üç kuruşluk babanın arabasını park…
Sercan araya girdi:
- Hoop bir dakika! Babam mı üç kuruşluk arabası mı? Anlatım bozukluğu oldu sanki! - Oldu… Gözlerim doldu. ÖSS de, anlatım bozukluğu kadar, davranış bozukluklarını da sorsalar pek güzel olacak. Hadi ben ifademi düzeltivereyim bari: Babanın üç kuruşluk arabasını park edinceye kadar, kıvırmadığın manevra kalmadı delikanlı. Vuruverseydin ya! Kaportacı tamir eder, baban da affederdi ne güzel…
Cemil Bey hevesle araya girdi:
- Şimdi öyle oto tamircileri var ki, senin araba dört takla atsın, yamulan parçaları değiştirip istediğin renge boyuyorlar, arabanı cillop gibi yapıyorlar. Sıfır arabanın yanına koy ayırt edemezsin vallahi…
Serkan kendinden emin bir tavırla sandalyeye yayılıp:
- Ama o arabayı pazara çıkarınca, aklı başında bir müşteri önce kaportacıya gösteriyor. Arabanın bütün foyası çıkıyor meydana. “Bütün kapılar değişmiş, kaput değişmiş, tavanında, çamurlukta şu var bu var… Bu araba takla mı attı?” diyorlar.
Salih bey delikanlının söylediklerini çok beğenmişti:
- Kardeş vallahi helal olsun, ben söylediklerine diyecek bir şey bulamıyorum…
- Ama ben arkadaşa bir şey sormak istiyorum, diye söz istedi Nedim Bey. Herhangi bir arabanın bile kaza yapanıyla yapmayanı arasında ciddi fark olursa… Oto pazarında her arabanın foyası meydana çıkarsa… E insanın da taklalısıyla takvalısı, yamulanıyla dosdoğru kalanı arasında fark olur herhalde, değil mi? Sen söyle, kulluk pazarında ikisine aynı fiyatı biçerler mi? Pazarda insandan anlayan bir kaportacı olsa gerek…
- Diyelim ki bir iki taklamız, yamuğumuz var. Allah affetmez mi diyorsunuz siz şimdi?
Soru gayet ürkek bir ses tonuyla sorulmuştu ve Serkan cevap bekliyordu. Cemil Bey:
- Bunu hiçbir insan diyemez… Çünkü Rabbimiz bizzat kendisi “Ben kullarımın bütün günahlarını affederim.” diyor. Ama “dilediğim kulumun” diyor… Beni veya seni affedeceği ne mâlum.. Unutmadan söyleyeyim, bir de “Şeytan sizi benim affediciliğimle kandırmasın dikkat edin.” diyor. Salih Bey dedi ki:
- Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretleri buyurur ki: “Evet, af vardır… Fakat hırsız affedilse bile, ancak canını kurtardığına sevinir. Yoksa hırsızın, Sultanın nezdinde vezîr veya hazîne emîni olması mümkün müdür hiç?” Evini soyan bir hırsızı affetmek senin elinde.. Ama affettiğin hırsız, bir gece çıkıp senin hânene misâfir olmak istese, ne kadar güvenir evine buyur edersin kardeş?
- Vallahi ne desem… Güvenmek zor tabi…
- Mâdem ki böyle düşünüyorsun o zaman iyi dinle! Refekte görüp motorcuya tiriger kayışı çözmüş arabayla, sıfır arabayı bir tutmuyor, ikisine aynı parayı vermiyorsan, kendi fiyatını kendin belirleyeceksin demektir. İster ucuza sat kendini ister pahalıya, istersen geçici kullanıcılara kirala… Haram yolda devir istersen kilometreleri… Ama nereye vardığına, nasıl kullanıldığına bakılıp sonra sana bir yer verilecek. Belki bir otoparkta veya garajda yer bulacaksın, belki satılmak için galeri galeri dolaşacaksın. En nihayet araba hurdalığına gönderileceksin. Hani olur a! Bütün parçaları orijinaldir, kıymetli bir otomobildir diye müzeye konursun belki… Kendi yerini kendin beğen... Benim adım Nedim, ben diyeceğimi dedim… Hadi abicim gidelim…
Cemil, Nedim ve Salih Beyler usulca masadan kalkıp hesabı ödemeye gittiler. Bir ara birbirlerine bakıp göz kırptılar. Cemil ve Salih Bey gülümsüyordu.
Geride kalanlar bir müddet daha oturdular. Eski neşe ve muhabbetlerinden pek bir şey kalmamıştı. Özkan baktı ki böyle olmayacak:
- Yaa… Arkadaşlar benim içim dıtladı. Amaaan, şey diyecektim… İçim daraldı… Hani gitsek diyorum…