
Taraftarsız bir takımın başarılı olması, hâttâ belki de ayakta kalması düşünülemez. Ancak taraftarın görevi sadece tribünde başlayıp bitmemektedir. Hepsinden önemlisi, stadı rakip takım için Cehennem’e çevireceğine kendi takımı için Cennet’e dönüştürmeye çalışmalıdır.
Türk futbolu birkaç istisna dışında istenen ve beklenen uluslararası başarıları hiçbir zaman elde edememiş olsa da, eskiden beri çok ateşli bir taraftarımız olduğu söylenir, bununla gurur duyulur. Geçtiğimiz günlerde bu sezon Avrupa sahalarında mücadele eden son takımımız da elenince, maç sonrasında televizyon kanallarından birinde program sunan iki genç sunucudan biri medyada çıkan yazıları okurken yine öyle bir Cehennem benzetmesi karşısında “Cehennem gibi Cehennem gibi de, adamlar yenip yenip gidiyor” anlamında bir şeyler söyledi gayri ihtiyari.
Avrupa maçlarında bu konu daha fazla önemsenir, tribünlerin mümkün mertebe “ateşli” olmasına gayret edilir. Meşale âdeti yasaklanmadan önce bizim tribünler gerçekten fena halde ateşliydi ve bu ateşin ortalığı yakıp kavurma tehlikesi baş gösterince yasaklandı, şimdi öyle bir şey kalmadı. Fakat tribünlerimiz diğer anlamlarda ateşli olmaya devam etti. Özellikle Avrupa maçlarında ateşin olabildiğince yüksek tutulmasına çalışılır. Maçın sonucu ne olursa olsun, sonraki günlerde Avrupa basınında çıkan “Cehennem” benzetmeleri bizim için gurur vesilesi olur. Sonra kendi ligimize döner çabalamaya devam ederiz.
Kuşkusuz, nadiren elde ettiğimiz yurt dışı başarılarında tribünlerin az çok katkısı vardır. Ancak Avrupa’ya baktığımızda, tribünlerin renklilik ve ateşiyle başarının doğru orantılı olmadığını görürüz. Örneğin içinden geçtiğimiz zaman diliminde sadece Avrupa’nın değil, Dünya’nın -birçoklarına göre tüm zamanların- en başarılı takımı kabul edilen Barcelona seyircisinin sahadaki oyunun seyrine neredeyse hiçbir katkısı olmaz. Şimdilerde aktif dinlenmede diyebileceğimiz en başarılı takımlardan Juventus tribünleri ise çoğu zaman dolmaz bile. Sonra yine Avrupa’da tribün gösterileri dillere destan takımların belki de hiçbiri gerek kendi ülkelerinde gerekse yurt dışında en başarılı takımlar arasında değildirler. Pek çok örnek sayılabilir ama gerek yok, zaten internet âleminde bol bol görüntüleri mevcut.
Kendimizi kandırmayalım artık. Bu bizimkisi züğürt tesellisinden başka bir şey değildir. Olmadığı gibi, bütün hemgâme de Avrupalı misafirimiz ilk golü atana kadardır, ondan sonrası homurtudur, mırıldanmadır. Hele ilk maç dışarıda oynanmış, yakışıklı bir sonuçla dönülmüş, günlerce hayal kurulmuş, umutla tribünlerde yerler alınmış ve bir de rakip ilk golü atmışsa, her şey bitiverir. Hâlbuki tribünler sahaya etki edecekse tam da bu durumda etmelidir, yoksa skor istediğimiz gibiyse çalıp söylemenin kime ne faydası vardır?
Günümüzde seyircinin takımına katkısı tribünden taşmıştır. Takımını destekleyecek taraftar, kombine bilet ve lisanslı ürün satın alarak, bazı sosyal etkinlikler düzenleyerek bu fonksiyonu yerine getirmektedir. O uyuşuk Barcelona taraftarı tam da bunu yapmaktadır. Hiç unutmuyorum, 1994’te oynadıkları bir Şampiyonlar Ligi maçından yaklaşık 13-14 milyon dolar hasılat elde etmişlerdi, ki o zaman bu meblağ Dünya’da en pahalı transfer ücretine tekabül ediyordu. Bizde bu rakamları yakalamak mümkün değilse de, tribün gelirlerinin kulüp gelirlerinde neredeyse ihmal edilir bir kalem düzeyinde olması düşündürücüdür. Çünkü bizim taraftar bedava bilet bulup maça girme derdindedir. Bir şekilde içeri girip en yüksek gürültüyü çıkarmak, stadı rakip takım için Cehennem’e (!) çevirmek için. O da dediğimiz gibi rakip takımın ilk golüne kadar…
Taraftarsız bir takımın başarılı olması, hâttâ belki de ayakta kalması düşünülemez. Ancak taraftarın görevi sadece tribünde başlayıp bitmemektedir. Hepsinden önemlisi, stadı rakip takım için Cehennem’e çevireceğine kendi takımı için Cennet’e dönüştürmeye çalışmalıdır. Hem Cehennem’e çevirme çabası risklidir, bakarsınız kendinizi de yakarsınız. Boş verin, yanma işi kötüdür. Dünya’da bile o riske girmeye gerek yok.