Dilimizde kullanılan Arapça asıllı güzel kelimelerden biri de “bereket” kelimesidir. “Bereketli adam”, “bereketli toprak”, “bereketli mevsim”, “bereketli gün”, “bereketli yağmur” gibi nice daha ifadelerimiz vardır, gönlümüze bir rahmet damlası gibi düşen. Bolluk, feyiz, saadet, Hakk’ın rahmet ve ihsanı gibi anlamlara gelen “bereket”le buluşmak, büyük bir bahtiyarlıktır. İsâ -aleyhisselâm- Rabbinin kendisine olan lütuflarını sayarken “Nerede bulunursam bulunayım O beni mübârek kıldı” (Meryem Sûresi, 31) yani nice bereketlere eriştirdi ve benim vasıtamla nice hayır kapıları açtı, diyerek bereketin hem kaynağına hem de büyük nimet oluşuna dikkat çeker. İlmin, irfanın, malın, evladın ve daha nice nimetlerin bereketle buluşmasının bilinen bilinmeyen çok sayıda sebebinden bahsedilebilir, hiç şüphesiz. Biz bunların hepsine işaret edecek değiliz. Fakat bir çoğumuzun gündeminden düşen ya da pek de önemli görülmeyen bereket hazinelerinin kayıp anahtarlarından birine dikkat çekmek isteriz: Saygı ve hürmet anahtarı.
Anadolu ilim ve irfanının meşhur müfessirlerinden Muhammed Hamdi Yazır, on üç yaşında iken İstanbul’a gelerek Küçükayasofya medresesine talebe olarak kabul edilir. Orada tahsilinin yanında Hacı Kâmil Efendi adında mübârek bir zâtın hizmetlerini de görmektedir. Ancak Küçük Hamdi, oda kapısının eşiği biraz fazlaca yüksekte olduğundan, ihtiyar hocası girip çıkarken zahmet çekiyor diye üzülmektedir. Sonunda bir çare düşünür ve üzerinde Romence yazı bulunan bir gazyağı sandığının kapağını eşiğin önüne koyar. Ertesi sabah odaya geldiğinde bunu gören Kâmil Efendi:
“Bu kapağı buraya kim koydu?” diye sorar.
Küçük Hamdi’nin yaptığını öğrenince de onu yanına çağırarak:
“Ey oğul! Ayağımızın altına öyle bir karpuz kabuğu koymuşsun ki, hiç günahımız olmasa bu yeter!” der. Küçük Hamdi Efendi:
“Efendim! Bu İslâm yazısı değil!” diyecekti ki, Kâmil Efendi sözlerine devamla:
“Evlâdım! Müslümanın da gâvurun da yazısı vardır; ama yazının müslümanı ve gâvuru yoktur. Biriyle görülen iş, diğeriyle de görülür. Elverir ki, kötü yerde ve bâtılda kullanılmamış olsun! Hayra yarayan ve Hakk’a hizmet eden her yazıya saygı lâzım.. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de yazılara ve yazarlara boşuna yemin buyurmamıştır. Aman dikkatli ol yavrum!” dedi ve yerdeki yazıyı kaldırttı.”
Tâzim ve hürmet kişiye dâima güzellik getirmiştir. İmâm-ı Azam’a nispet edilen şöyle bir söz vardır:
“Hedefine erişen saygı ve tâzimle erişti. Mahrum kalan da tâzim ve hürmeti terkettiği için mahrum kaldı.”
Ecdadımız ilmi aziz bildiği için ona vesile olan her şeyi de aziz bilmiş ve hürmette kusur etmemiştir.
Ertuğrul Gâzî, Allâh dostlarına ihtimâm husûsunda oğlu Osman Gâzî’ye ve O’nun şahsında bütün nesline şu kıymetli vasiyette bulunmuştur:
“Bak Oğul!
Beni incit, Şeyh Edebali’yi incitme! O, bizim aşîretimizin mâneviyat güneşidir. Terâzîsi dirhem şaşmaz!
Bana karşı gel, O’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur!
Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir! Bu dediklerimi vasiyetim say!”
“Bereket, büyüklerle beraberliktedir” denilmiştir. İnsan, fıtıratı gereği her şeyi bilemez. Hayat, tek başına yaşanabilecek kadar kolay değildir. Yüce Yaratıcı varlığı birbirine muhtaç yaratmıştır.
İlim, irfân ve hayat tecrübesi olarak toplum içinde öne çıkan kimseleri dikkate almak, istişârelerine önem vermek, uyarılarını ciddiye almak, hatta hayır dualarına nâil olmak, son derece önemlidir. Böyleleri hem saygıyı hem sevgiyi ve hem de itibarlı bir konumda bulunmayı haketmiş kimselerdir. Bu itibarla, özellikle millet ve ümmet sorumluluğunu üstlenme makamında bulunanların, bu mânevî kaynakları asla ihmâl etmemeleri ve kendilerine hakettikleri hürmet ve saygıyı göstermeleri hem ferdî ve hem de içtimâî menfaat ve maslahatın tabii bir gereğidir.
“Yeni Müslüman olan Cerîr İbn Abdullah (radıyallâhu anh), Resûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)’ın yanına gelmişti. Efendimiz’in etrâfında ashâbı vardı. Herkes yerini kıskandı. (Resûlullâh’tan uzaklaşmamak için kabîle reisi olan Cerîr’e yer vermek istemediler.)
Allah Resûlü ridâsını alıp üzerine oturması için Cerîr’e uzattı. O da Efendimiz’in ridâsını alıp yüzüne gözüne sürdü, onu öptü ve nihayet gözlerinin üzerine koydu ve:
“Bana ikrâm ettiğin gibi Allah da sana ikrâm etsin!” dedi.
Sonra ridâyı alıp Resûlullâh’ın mübârek sırtına koydu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu.
“Kim Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsa, bir kavmin efendisi geldiğinde ona ikrâm etsin!” (Hâkim, IV, 324/7791; Heysemî, VIII, 15)
Lidere, elçiye ya da daha başka aidiyet ifade eden herhangi bir sembole gösterilen saygı, esasen onun temsil ettiği millete veya gruba yapılmış demektir.
Saygı ve nezâketin açamadığı kapı neredeyse yok gibidir.
Âişe (radıyallâhu anha) anlatıyor:
“Bir gün Peygamber Efendimiz ashabıyla oturuyordu. Yanı başında Ebû Bekir ile Ömer (radıyallâhu anhüma) vardı. O sırada Abbas (radıyallâhu anh) çıkageldi. Ebû Bekir, Abbas’a yer açtı. O da vardı, Ebû Bekir ile Allâh Resûlünün arasına oturdu. Bunun üzerine Efendimiz:
“Fazîlet ehlinin değerini ancak fazîlet sâhipleri bilir.” buyurdu.
Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), amcasıyla konuşurken sesini o kadar kısmıştı ki Ebû Bekir, Ömer’e:
“Rasûlallah’a bir şey oldu diye endişe duyuyorum.” dedi. Abbas (radıyallâhu anh) işini bitirip döndükten sonra Hazreti Ebû Bekir:
“Yâ Resûlallâh, biraz önce rahatsızlandınız mı?” diye sordu.
“Hayır.”
“Sesinizi çok kıstığınızı gördüm de endişe ettim” dedi. Resûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Cebrail sizlere benim huzurumda yavaş konuşmanızı emrettiği gibi bana da amcamın yanında alçak sesle konuşmamı emretti.” buyurdu.
Büyüklere karşı saygısızlığın “özgüven” diye adlandırıldığı günümüzde, büyüklere hürmet ve saygının zaruretini ifade eden ne güzel bir sünnet! Yürekler, takvâ duygusu ve muhabbetle letâfet kazandıkça, nice nice hayranlık duyulacak edep tabloları sergiler. Fakat kalbi hantallaşan kimselere gelince, onlara bu nevi misaller ve güzellikler, anlamsız ve gereksiz görünür. Hülâsa herkes kendi kalbinin sunduğu bir gözlükle hayata ve hâdiselere nazar eder.