Okan Erdağı
Meyerovitch Muhammed İkbal’den, İslamiyet’ten öylesine etkilenir ki din değiştirmeyi dahi düşünür. O artık İslam’a hayran biridir. İçi içini kemirir, ne yapacağını bilemez. Bir yanda mutmain olmasa da inandığı bir din, diğer yanda ansızın hayatına giren bir başka din.
Yıllar önce Isparta’da heyecanla Havva Hanım’ı anlatan dostum Aykut’a…
Müslümanlık dini ile müşerref olmuş pek çok insan vardır. Fakat öyle bir isim var ki Müslümanlık dini ile müşerref olmakla kalmayarak Müslümanlığa çok sayıda hizmet etmiş, ömrünün sonuna doğru da vasiyeti üzere Konya’ya defnedilmiş Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch’dir. Müslüman olduktan sonraki adıyla Havva Hanım. Ya da Konyalıların deyimiyle Havva Ana.
Havva Hanım, 5 Kasım 1909 yılında Paris’te zengin ve köklü bir ailenin mensubu olarak hayata gözlerini açar. Ailesi aristokrat ve dindar bir ailedir. Küçük yaşlarda modern eğitimin yanında iyi de bir Katolik eğitimi alır, rahibe okuluna gider. Fakat hiçbir zaman gönlü mutmain olmaz. 1925-1930 yılları arasında soruları çoğalmaya başlar. Ne yazık ki rahiplerin verdiği cevaplar onu tatmin etmez. 18 yaşlarına gelince felsefeye merak salmaya başlar ve geri kalan her şeyi kendi deyimiyle bir kenara bırakır. Bunların içinde Katolik mezhebin dogmaları da dâhildir.
Lisede Latince-Grekçe bölümünü bitiren Meyerovitch, sonrasında hukuk eğitimi alır ve ardından felsefe alanında doktora yapar. İkinci Dünya Savaşı’ndan evvel, 22 yaşında iken evlenir. Eşi de kendisi gibi bir üniversite öğrencisidir. Bunun yanında Yahudi’dir. Savaşın başladığı yıllarda eşi de Hür Fransız Kuvvetleri ile birlikte savaşa katılır. Bu dört yıl boyunca birbirlerinden haber alamazlar. Bu sırada Fransa Alman işgali ile karşı karşıyadır. Gestapo evlerini basar. Tüm bu zorluklara aldırmadan öğrenme aşkının peşinden giden Meyerovitch girdiği bir sınav sayesinde CNRS yani Bilimsel Araştırmalar Millî Merkezi’nde bir yandan ‘Eflatun’da Simgecilik’ tezini hazırlarken bir yandan da beşeri bilimler servisinin yöneticisi olacaktır. Bu kurumdaki görevi vesilesiyle çağdaşı birçok fikir adamıyla tanışma imkânı bulur. Gandhi de bunlardan biridir.
Muhammed İkbal’le Tanışma
Fakat tüm bu gelişmeler onun içindeki, kendi deyimiyle, “Mutlak’ın susuzluğunu” dindirmez. Gandhi ile yenilen akşam yemeğinde yıllar önce birlikte Sanskritçe öğrendikleri, sonraları İslamabad Üniversitesi Rektörü de olan eski bir dostu vardır. Bu eski dost yanında getirdiği Muhammed İkbal’in ‘İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası’ kitabının İngilizce çevirisini Meyerovitch’e hediye edecektir. Günler sonra kitaba göz gezdiren Meyerovitch, ‘Bir anda, benim bütün sorularıma cevap verdiği hissine kapıldım’ der. Meyerovitch Muhammed İkbal’den, İslamiyet’ten öylesine etkilenir ki din değiştirmeyi dahi düşünür. O artık İslam’a hayran biridir. İçi içini kemirir, ne yapacağını bilemez. Bir yanda mutmain olmasa da inandığı bir din, diğer yanda ansızın hayatına giren bir başka din.
Muhammed İkbal’in ‘İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası’ kitabını ise okuduktan sonra dayanamaz ve Fransızcaya kazandırır. Bununla da kalmayarak Muhammed İkbal’in oğlundan izin alır ve İkbal’in eserlerinin çevirilerini yapar. Tüm bu çeviriler sırasında İkbal’in sıkça alıntı yaptığı bir isimle karşılaşır. Bu isim Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’dir. Mevlâna ile karşılaşınca, kendi tabiriyle, “Ya şimdiye kadar okuduğum Yunan felsefesinin söyledikleri, ya da Mevlana’nın söyledikleri doğrudur.” der. İkbal’in alıntıladığı beyitlerden ve Mevlâna’dan etkilenen Meyerovitch, Mevlâna hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için Milli Kütüphane’de bulunan kaynakları inceler. Fakat bilgi aldığı bu eserler İngilizce ve Almancadır. Fransızca bir çeviri henüz yoktur. Bir azimle klasik Farsça diploması almaya karar verir ve üç sene süren bir dil eğitimi almaya başlar. Amacı bu hazineleri Fransızcaya da kazandırmaktır.
Mevlâna’yı okudukça bir anlamda şaşkınlığı da artar. Karşılaştığı bu düşünür-şair 13.yy’da yaşamış olmasına rağmen atomdan, maddeden bahsediyor ve bu bahsettikleri Einstein gibi dönemin önde gelen bilim insanlarının bahsettiklerinden de farklı çıkmıyordu.
“Hiç insan Mevlâna’yı okuduktan sonra Müslüman olmaz olur mu?”
Mevlâna’nın eserlerini okudukça gönlündeki istek daha da artar. Öte yandan eğitim aldığı Avrupa’da ise durum hiç de iç açıcı değildir. Zira İslam düşünürlerinin hiçbir şekilde adı dahi geçmez. Bu durumu da şöyle aktarır,
‘Bir gün Garaudy’nin İslam düşünürlerinden bahsedildiğini hiç duymadan bir felsefe doktorası yapılabildiğini söylediğini duydum. Bu tamamen doğruydu ve gerçekten burada bir tür skandal söz konusuydu.”
Bir yandan da içine düştüğü ikilemi yenmek adına Sorbonne Üniversitesi’nde Oscar Culmann’dan (Hristiyan) tefsir dersleri alır. Üç yılını İncil’i yorumlamaya harcar. Amacı, kendi deyimiyle, gömlek değiştirir gibi din değiştirmek değildir. Zihni iyice karışan Meyerovitch düşüncelerini Hallac-ı Mansur’un şiirlerini Fransızcaya çeviren meşhur oryantalist Louis Massignon ile paylaşır. Massignon ise zihnindeki sorulara cevap bulması için Meyerovitch’i papaz dostuna gönderir. Bu sorular arasında teslis inancı, Hristiyan konsüllerin dogmaları, İncil’in doğruluğu vb. sorular vardır. Ancak bunlar da netice vermez, zihnindeki sorulara cevap bulamaz. Tüm bunların sonucunda tutunacağı bir dalın pek de olmadığını görmeye başlar. ‘Şöyle dua ediyordum’ diyor, ‘Bana ne yapmam gerektiğini sen söyle! Bana bir işaret gönder...’
Dua ettiği bir gece rüyasında defnedildiğini ve bir mezar taşını görür ve taşın üzerinde ise Eva adının Arapça veya Farsça olarak Havva şeklinde yazıldığını görür. Ne güzeldir ki Eva adı da Havva demektir. “Uyandığımda bana aynen şöyle denildiğini hatırladım: Bak, sen bir işaret istedin, işte senin işaretin. Sen Müslüman bir hanım olarak gömüleceksin.” Ve sabah uyandığında din değiştirerek Müslüman olmayı seçer.
Meyerovitch’in İslamiyet’i kabul etmesinde hiç şüphesiz Hristiyanlığa dair zihninde oturmayan soruların çokluğu vardı. İslamiyet ile bu soruların çoğuna bir cevap bulabilmişti. Öncelikle İslamiyet ne İsa Peygamberi ne de Hz. Meryem’i görmezden geliyor, aksine onlara da önem veriyordu. Yani kendisinden öncekileri de yâd ediyordu. Müslümanlık ile birlikte hepsi bir silsilenin içerisindelerdi. Öte yandan Hristiyanlık kendinden önceki veya sonrakilerle ilgilenmediği gibi apaçık bir İncil de yoktu. Olanlar da Hz. İsa’nın hayat hikâyelerini aktaran metinlerden ibaretti. Oysa İslam dininin sahip olduğu, tahrifata uğramamış bir Kur’an-ı Kerim vardı ve bu din Hristiyanlıktaki teslis inancının aksine Hz. Muhammed dâhil hiçbir peygamberi üstün görmüyor, hepsini elçilik görevleriyle yâd ediyordu. Bir baba yoktu, oğul yoktu.
Bir dönem, 1969 yılında Arap kültürünü daha yakından tanımak adına Kahire’deki Ezher Üniversitesi’nde de profesör olarak beş sene geçici görev alır. Karşılaştırmalı felsefe dersleri verir. Sonrasında Fransa’ya döner. Zaman zaman Kuveyt, Libya, Mısır gibi ülkelerden davet alır, konferanslar verir. Bu konferansların konusu ise İslam’dır. Müslüman olduktan sonra Türkiye’ye de gelen Meyerovitch’in İstanbul’da da çok güzel anıları olur. Bunlardan biri Halil Can adlı bir neyzenle tanışmasıdır ki bu tanışma onu daha önce gördüğü rüyaya yaklaştırır. Neyzen Halil Can ile birlikte gittiği Galata Mevlevihanesi mezarlığında rüyasında gördüğü mezar taşını görür. ‘Bir baktım, üç yıl önce rüyamda gördüğüm mezar taşımın aynısı orada.’ der.
‘Kendimi gerçekten de evimde hissettiğim tek ülke Türkiye’dir’ diyen Meyerovitch’in gerek tercümeleriyle, -Mevlâna ve İkbal’in tüm eserlerini Fransızcaya çevirmesi- gerekse ülke ülke gezip katıldığı konferanslarla, radyo programlarıyla; İslam’ı, tasavvufu anlatarak Müslümanlığa hizmeti olur. Birçok Fransız aydınının Müslüman olmasına da vesile olur. Fakat burada da bir incelik vardır. Kendisine gelip Müslüman olmak istediğini söyleyenleri iyice bir tartıp, alelade bir moda gibi din değiştirmemelerini tembihler. Onlara İslam’ı elinden geldiğince anlatır.
26 Mayıs 1998 yılında Konya’da yapılan bir sempozyumda konuşan Havva Hanım, konuşmasının sonunda ‘Benim gibi yaşlı bünyesi, hasta kalbiyle kilometreler katetmek bile Hz. Mevlana’nın huzurunda yorgunluk değil, mutluluk verir. Onun maneviyatının gölgesinde kıyamete kadar kalabilmek için beni Konya’ya gömün’ der. 24 Temmuz 1999 yılında rahmana kavuşan Havva Hanım’ın cenazesi Fransa’da defnedilir… Nihayet çilesi dolar ve 2008 yılında, yapılan girişimler sonucu ailesinden de izin alınarak Konya Üçler Mezarlığı’na defnedilir. Üçler’in bulunduğu mezarların arkasından duvar boyunca İstiklal Harbi Şehitleri Abidesi’ne doğru gidildiğinde abide yakınlarında iğde ve gül ağacıyla çevrili Havva Hanım’ın mezarı da görülecektir.
Birkaç defa gittiğim o mezara ilk gidişimi asla unutamıyorum. Mezarlığı ararken karşılaştığım birisine Havva Hanım’ın mezarı nerede diye sormuştum. Sorduğum kişi bir süre düşünüp, ha sen Havva Ana’nın mezarını soruyorsun? demişti. Konyalılar onu öylesine benimsemiş olacak ki Ana demeyi uygun bulmuşlardı.
Yararlanılan kaynak: İslam’ın Güleryüzü, Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. 2017.