Son yapılan bir araştırmaya göre gençlerin %40’ı ne okuyor ne de çalışıyormuş. E, o zaman nerede kardeşim bu gençler? Nerede olacaklar, tabii ki kafedeler. Ne yapıyorlar peki? Biz de bu sayıda tam da bu soruyu sorduk ve kendimize göre cevaplamaya çalıştık işte. Çıktık kafeleri dolaştık, oralarda bulduklarımıza ne yapıyorsunuz burada kardeşim diye sorduk. Peki sonra? Doğrusu kafamız çok netleştiğini söylemek mümkün değil. “Kafeler dolu kafalar boş” diyenimiz de oldu, Kafeler bir İmkandır” diyenimiz de… Peki, üstteki başlık neyin nesi oluyor? O da bakıp önündeki tabloya kafası karışan editörün tercihi…
Hikaye olunur ki: Tekkesinden kovulan Şeyh Şazeli, Arabistan’ın Moka yöresinde açlıktan bitkin bir halde dolaşırken, o bölgeyi kaplayan bir ağacın meyvelerini kaynatıp içmiş. Üç gün yalnız bu suyla yaşamış. Bu sırada, arkadaşlarından ikisi, haline üzülerek Şeyh Şazeli hazretlerini bulmak ve ona yardım etmek için sürgün yerine gelmişler. Ancak dervişlerin ikisi de uyuza yakalanmışlar. Şeyh Şazeli hazretlerinin yaşamını borçlu olduğu içeceği merak edip tatmış, kokusunu da çok beğenmişler. Orada kaldıkları sekiz gün boyunca hep bu içecekten içmişler. Sekizinci gün sonunda hastalıklarından kurtulunca da iyileşmelerini bu içeceğin şifasına bağlamışlar. Haber Moka’da çabuk yayılmış ve herkes bu meyvelerden toplamaya, suyunu kaynatıp içmeye başlamış. Böylece bizim kahve adını verdiğimiz içecek, ilk olarak Arabistan’da ortaya çıkmış. Şeyh Şazeli hazretleri de kahvecilerin piri kabul edilip Osmanlı`nın son dönemlerine kadar İstanbul’daki kahvehanelerin duvarlarında “Ya Hazreti Şeyh Şazeli” levhaları asılır olmuş...
İşte böyle başlamış bir derviş içeceğinin bir mekana, o mekanın bir kültüre adını vermesi... O kültürün Osmanlı`dan Avrupa`ya, Avrupa`dan Türkiye`ye uzanan uzun yolculuğu ve yol açtığı bütün o kafa karşıklıkları da...
Bir Zamanların İrfan Mektepleri
Tarihçi Solakzade, kahvenin Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinin ardından 1519′da İstanbul’a getirildiğini kaydetmiş. İstanbul’da ilk kahvehaneler ise 1555 yılında; biri Halep, diğeri Şam’dan gelen Hakim ve Şems isimli kişiler tarafından Tahtakale’de açılmış. Bu ilk dükkanın ardından şehrin birçok yerinde ardı ardına pek çok kahvehane açılmış. Bir süre sonra caiz olan tabiriyle, insanlar kahvehane dükkanlarına akın etmeye başlamışlar. Giderek sosyal hayatın ayrılmaz pir parçası olarak toplumdaki yerini sağlamlaştıran kahvehaneler, zaman içinde çok güçlü bir kıraathane-kahvehane kültürünün gelişmesine yol açmış bu topraklarda. Kahvehaneler, yüzyıllar boyunca şimdiki gibi kumar oynanan, bolca çay ve sigara tüketilip boş zaman öldürülen batakhaler değil de; şairlerin, yazarların ve zamanın entelektüellerinin buluştukları, memleket meselelerini konuştukları tartıştıkları yerler olagelmiş. Oralarda sadece kahve içilmeyip; sohbetler edilir, dertleşilir, tartışılır, şiirler söylenir, çalgılar çalınır, kitap okunurmuş. Kahvehanelerin bu dönemde halk arasındaki adı: “Mekteb-i irfan” imiş.
Avrupa Bizden Biz Avrupa`dan
İşin, geleneksel kahvehane kültüründen “cafe” kültürüne geçiş kısmıysa ironik. Hatta trajıkomik: Bizim Avrupa`dan aldığımız “cafe” kültürünü ilk olarak Avrupalılar bizden almışlar. Tabii ki uyarlayıp, kendilerine mal ederek. Avrupa’nın kahveyle ve kahvehaneyle ilk tanışması Osmanlı ve Venedikli tüccarlar sayesinde olmuş. Osmanlı`dan kahvenin götürüldüğü İtalya’da ilk kahvehane 1645′de Venedik’te açılmış. Yani bugünkü Starbucks’ların… Gloria Jeans’lerin belki de ataları diyebileceğimiz ilk kahvehane. Kahve, 1669′da ise elçimiz Süleyman Ağa tarafından “sihirli içecek” adıyla Fransızlara tanıltılmış ve bilhassa Paris sosyetesi tarafından çok beğenilmiş. Avusturyalıların kahveyle tanışması ise 1683 yılında, II. Viyana Kuşatması`nın hemen ardından gerçekleşmiş. Osmanlı ordusu geriye çekilirken arkasında 500 çuval siyah, hoş kokulu, taneli, ne olduğu bilinmeyen bir şey bırakmış. Viyanalılar, önceleri bu taneleri deve yemi sanmışlar. Hatta bir kısım çuvalları yakıp bir kısmını da Tuna nehrine atmışlar. Uzun süre Türklerin arasında yaşadığı için kahvenin ne olduğunu bilen Polonya asıllı Avusturya ordusu tercümanı Georgi Kolschitzky, savaşta gösterdiği başarıların karşılığı olarak bu çuvalların kendisine verilmesini istemiş. Kolschitzky önce ev ev dolaşarak, sonra çadır kurup halka bedava kahve ikram ederek Viyanalıların bu içeceği tanımalarını sağlamış. Kolschitzky`nin çabaları sonucu kahvenin Viyana`da sevilip aranılan bir içecek olmasıyla kahvehaneler de ardı ardına açılmaya başlamış.
Kahvehaneden “Cafe”ye
Osmanlı döneminde kahvehaneler farklı kesimlerin buluşma noktası olagelmiş hep. Ama yalnızca erkeklere mahsus olarak. 1923`ten 1970`lere kadar da bu eğilim geçerliliğini aynen korumuş. 68 kuşağı içinse kahvehaneler birer örgütlenme yeri olmuş;:Kızlı erkekli solcu gençlerin ateşli tartışmalarının platformu. O dönemde kahvehaneler de toplumun diğer pek çok kişi ve kurumu gibi solcular ve sağcılar arasında bölünmüş. Bu durum 12 Eylül`e kadar devam ediyor. `80 sonrası apolitizasyon sürecinin sonucundaysa 1990`larda Avrupa tarzı kafelerin sayısında patlama yaşanıyor. Bu alanda başı çeken semtlerse tarih boyunca batıdan gelen iyi kötü her yeniliğin ilk uğrak mekanı olan Taksim, Beyoğlu.
İslamcılar “Cafe”de
Konuyla ilgili olarak “Kamusal Mekâna Tarihsel ve Sosyolojik Bir Yaklaşım: Kahvehane Örneği” adlı çalışmaya imza atan; Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden Sosyolog Uğur Kömeçoğlu`nun taspitleriyse hayli ilginç. Kömeçoğlu`na göre: “İslami kesimin yüksek eğitime yönelmesi, üniversiteye giden böşörtülü kız öğrencilerin sayısının artması; gençler arasında yeni bir etkileşimin doğmasını da beraberinde getirdi. İşte bu noktada sosyalleşme ihtiyacı gündeme geldi. Kamusal mekânlardan biri olan Batı tarzı kafeler, bilhassa 18-25 yaş arasındaki gençlerin bir araya gelmelerini sağlayan ortamlar. Radikal İslamcı hareketlerin `90 sonrası siyasi ve ideolojik boyutu giderek zayıfladı ve ikinci nesil İslami aktörler (üniversite öğrencilerini kastediyor) bu tür keskin ideolojik meselelerle artık çok da fazla ilgilenmiyorlar. Bu yeni durumda: "Gündelik hayatın somut şartları içinde bir Müslüman olarak hayatlarımızı nasıl devam ettirebiliriz, modernlik içinde kendi hayat biçimlerimizi koruyarak nasıl var olabiliriz, nasıl bir tüketim ve sosyallik anlayışımız olacak?” gibi sorular ortaya çıktı. Yeni islami(?) jenerasyon daha çok tartışma ve sosyalleşme ortamına ihtiyaç duyuyor. Kız-erkek bir arada oturup konuşabilecekleri, kendi iç dünyalarını değerlendirebilecekleri yerler arıyorlar.
“İslamcı Tiki Cafe”ler Ne İşe Yarar
“İslami burjuvazi” diye abartılarak anlatılan oluşumun kendine has mekânları var artık. Radikal boyutu zayıflamış, siyasi ideolojiyle çok ilgisi olmayan, kendi egosuyla, kendi tüketim tarzı ve modasıyla ilgili yeni İslami gençlik, modernite ile İslami değerler arasında çelişkiler yaşıyor. "Başörtülü bir kız olarak çalışabilecek miyim, karşı cinsle ilişkim nasıl olacak, evleneceksem bu nasıl bir karşılaşma biçimiyle olacak, cinsiyetler arası sosyalleşme biçimleri nerelerde oluşabilir? gibi soruların pek çoğunun karşılığı ise üniversite ya da kafeler.... Ancak bu kesim; Taksim`deki gibi Batı tarzı kafelere gidemiyor, gitseler de kendilerini oralara ait hissedemiyorlar. Her şeyden önce insanların bakışları onları rahatsız ediyor. O yüzden, kendilerini daha rahat hissedebilecekleri, kimlikleriyle uyumlu mekânlar seçiyorlar." Bu mekânlar muhafazakar gençliğin toplumsal cinsiyete dayalı sosyalleşmeye ihtiyaçlarına da karşılık geliyor aynı zamanda...”
Sosyolog Olmaya Gerek Yok: Çelişki Ortada
“İslami duyarlılığı olan gençlik”in kafelere olan yoğun ilgisinin içerdiği çelişkileri fark etmek için sosyolog olmaya gerek yok aslında. Her şeyden önce buralar; Osmanlı, hatta 1970`lere kadarki Türkiye kahvehane kültüründen farklı olarak; erkekler kadar kızların da teveccüh gösterdiği “unisex” mekanlar. İslamın, kadın erkek sosyalleşmesi konusundaki hükümleri ise burada tekrar etmeye gerek bırakmayacak kadar bildik ve açık. Osmanlı toplumu; erkekleri, kahvehanelerde kadınları ise hamamlarda kendi cinsleri arasında sosyalleştirerek, bu çelişkinin üstesinden gelmeyi bilmişti. Ancak günümüz şartlarında erkekler için değilse bile kızlar için böyle bir alternatif yok ve geliştirilmesi gerekiyor.
“Aşna Fişna” Yuvaları mı?!
“Yok efendim biz farklı görüşleri paylaşmak, kültürel birikimimizi güçlendirmek ve sosyal yönümüzü güçlendirmek için buralara gidiyoruz...” söylemi ise yeterince dürüst olmadığı kadar istismara da açık. Bütün bunların illa ki “unisex” mekanlarda yapılması zorunluluğu yok. İlla bu tip ortamlarda yapılması zorunluluğu ise hiç yok. Osmanlı ve sonrasındaki Avrupa`da evet ama şimdilerde kafe ve muadili mekanlar, kültür sanat mekanları olmaktan çıkalı neredeyse yüzyıl geçti. Dürüst olalım: Şimdi artık buralar; gitmeyenlerin bile aşina olduğu şekilde “aşna fişna” mekanları.
Sosyalleşme, kültürel paylaşım, boş zamanların değerlendirilmesi gibi kavramlarsa kafelere sığdırılamayacak kadar büyük konular. Sivil toplum kuruluşları, konferans, sempozyum, seminer ve fuar organizasyonları, çeşitli sanatsal gösterimler, sayısını bile kimsenin bilmediği hobi seçenekleri, şahsi gelişim ve sosyal sorumluluk uygulamaları yukarıda sayılan bütün bu sosyal ihtiyaçları karşılamanın asli mecraları. İş ki samimi olalım...
Hiç mi Sosyalleşmeyelim Yani?
Peki, boş vakitlerimizde dostlarla bir araya gelip şöyle ağız tadıyla dertleşip, sohbet edip felekten lahza da mı çalamayacağız? Muhakkak. Mutlaka ki bunları da yapacağız. Uygun zaman, zemin, şekil ve şartlarda ama. Kafede bir genç kız -hani o örtülmesin diye bu ülkede örtülü darbelerin örgütlendiği- örtüsüyle beraber, gelip de okey oynuyorsa ve bu esnada elinde sigarayla ölçü tanımaz kahkahalar atıp, aynı masada oturduğu erkek arkadaşına yılışıyorsa bir şeyler yanlış anlaşılmış demektir. Ve bir genç erkek, oturduğu masada örtülü iki kızla tavla oynayıp yan masaya laf atabiliyorsa bir şeyler yanlış gidiyordur. Bizi biz yapanın değer ve duyarlılıklarımız olduğunu söylüyorsak eğer; nedir o zaman bunlar?.. Evet dostlarla bir araya gelip şöyle bir ağız tadıyla dertleşip, sohbet de edeceğiz ama böyle bir duyarsızlığın, böyle bir kimliksizliğin içerisinde de değil hani...
Gusuller Bozulmadan Lütfen!...
Halvet der encümen -Halk içinde Hakk`la-... (Olabilene aşkolsun) Müslümanların sosyalleşmesi, bu anlayışın bir gereği. Hayatsa boşluk kabul etmiyor. Var olan bütün seçeneklere rağmen hala daha farklı sosyalleşme mekanlarına ihtiyaç duyuluyorsa, birileri bu boşluğu değerlendirecektir elbet. Bize düşense temsil etme iddiasında olduğumuz değerlere uygun olarak; duvarlarına gönül rahatlığıyla “Ya Hazreti Şeyh Şazeli” yazabileceğimiz nezih alternatifler geliştirmekten başka bir şey değil. Geliştiremiyorsak eğer; var olan seçeneklerden faydalandığımızda hani yine o eskilerin dediği “Önce usul sonra vusül” kaidesinin şartlarına mümkün mertebe uyarak bunu yapmak.
“Önce usul sonra vusül” lafı eskiler tarafından söylenmiştir belki ama; muhterem muharririmiz Seyyah-ı Derviş de bir yazısında; aynı hakikati “Vusülsüzlük; usulsüslük ve gusulsüzlükten doğar.” şeklinde, bir madde daha ekleyerek, oldukça yerinde ve yeniden yorumlamıştır ki; kafeler konusuyla alakalı olarak bize de bundan faydalanarak taşı gediğine koymak kalmıştır sadece: Vusul murad eden arkadaşlar dikkat! Gusuller bozulmadan lütfen!...
Kafeler Bir İmkândır
Efe Candemir
Kafeler, sosyal duyarlılığa ve görgüye paralel olarak, bir bakıma insanların dünya hakkında bir tasavvura kavuştuğu, dostluk adına paylaşımlarda bulunduğu, bitip tükenmez bireysel sıkıntılar adına yeni çözümler elde ettiği yerlerdir.
Kafeler, kahveler, kahvehaneler, pastaneler, çay bahçeleri, lokaller vs. kullanım amaçları bakımından bunları birbirinden ayırmak pek mümkün değil.
Hepsinin bir ortak noktası var çünkü: İnsanların buluştukları, gündelik hayatın yükünü üzerlerinden attıkları, bir şeyler yenip-içilen birer sosyal mekân olmaları. Bu tür ortamlar, sosyal şartlardan yorulmuş zihinlerin dinlendiği yerler olarak da okunabilirler. Her şeyden önce bunu görmek gerekiyor: Kişisel mahremiyetle sosyal roller arasında bir geçiş bölgesi gibi bu mekânlar...
Şöyle düşünelim: İki veya daha fazla ahbap bir araya geliyor. Nerede söyleşip halleşecekler? Ergenlik ve gençlik döneminde evlerimizi dostlara açmak gibi bir yatkınlığımız söz konusu değil. Okullarımız, camilerimiz ve benzeri kurumlarımızın hepsi, devlet dairesi kurgusu içerisindeler ve koymaya hevesli oldukları kurallarla kişileri rahat bırakmıyorlar. Öğrenci evleri ve yurtlar böylesi bir paylaşımı karşılamıyor, kendi kurallarını dayatıp insanı nefessiz koyuyorlar.
Durum bu iken buluşup sohbet edilecek yerler sadece sokak araları ve caddelerdeki ticarî amaçlı mekânlarla sınırlı kalıyor. Kaldı ki adına ne dersek diyelim, bu çeşit ticarî mekânlar şehir hayatının, şehirlilik kültürünün ayrılmaz bir parçası. Buralarda sadece eş-dostla buluşulmuyor ayrıca, işler bağlanıyor, önemli görüşmeler yapılıyor, küçük çaplı programlar düzenleniyor, hatta düşünce platformları oluşturuluyor.
Anadolu’dan örnek verelim: Adapazarı’nda bir grup genç adam Ada Okulu isimli bir oluşum kurdular. Şehirde düzenlenen türlü sosyal faaliyet içinde yer alıyorlar, Türkiye’nin önde gelen entelektüellerini şehir halkıyla buluşturuyorlar. Çeşitli yaş gruplarından üç kuşağa ulaşan gençler, şimdilerde Kayıp Ruhlar Kıraathanesi adında bir mekânda takılıyorlar. Her duvarı kitap-arla dolu, ney, gitar dinletilerinin yapıldığı, her buluşmada bir projeyle ortaya çıkan Ada Okulu, çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla ortaklaşa proje geliştiriyor.
Bu yüzden diyoruz ki kafelere bir imkân olarak, insanların kendi yeteneklerine karşılık bulabilecekleri birer paylaşım mekânları olarak bakılabilir. Sanat kafe, edebiyat kafe, kitap kafe, felsefe kafe gibi tarzlar, aslında bu mekânların kavuşabileceği seviyeye de işaret ediyor. Avrupa’da doğan fikir akımlarının böylesi mekânlardan beslendiğini bilmeyenimiz var mı?
Kafeler, sosyal duyarlılığa ve görgüye paralel olarak, bir bakıma insanların dünya hakkında bir tasavvura kavuştuğu, dostluk adına paylaşımlarda bulunduğu, bitip tükenmez bireysel sıkıntılar adına yeni çözümler elde ettiği yerlerdir. Öyleyse kafe denildiğinde, sadece keyif verici maddelerin tüketildiği, kumar kategorisine giren türlü oyunların oynandığı, cinsiyetler arası etkileşimi suistimale odaklanmış, edep diye nitelediğimiz duyarlılıklardan soyutlanmış, boşluk içindeki insanların buluştuğu absürd mekanlar akla gelmemeli.
Fakat esefle söylemek gerekiyor ki, sosyal gerçeklikten soyutlanmayı hüner bilmiş söylemler, inatla ve ısrarla kafe denilince böyle absürd bir mekan tasavvuru sunuyor. Bize öyle geliyor ki bu üslup, hayalî düşmanlar üreterek insanların büyük bir kesimini ötekileştirmektedir. Biz diyoruz ki, düşünen insan görünenle, olup bitenle, verili malzemeyle yetinemez. Tersine, çıkmaz görülen her yerde yeni çıkar yollar bulur, yanlış denen her durumda doğruya bir kapı aralar.