Tarihimizle övünmeyi çok severiz. Hele ki batı modern biliminin temellerinin aslında topraklarımızda ve dinimizin öncülüğünde atıldığını yeri geldiğinde söylemeden ve ballandıra ballandıra anlatmadan edemeyiz. Bu bağlamda güzide tarihimizi gelecek kuşaklarımıza daha güzel anlatmak ve göstermek amacıyla İstanbul Gülhane Parkı’ndaki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin gezilmesini tavsiye ederim. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in uzun çalışmaları sonucu tasarlanan müze, tarihimizi çok güzel yansıtmakla beraber içinde bulunduğumuz geri kalmışlığın nedenlerini de çok iyi gösteriyor.
Müzeyi gezerken karşılaştığım iki acınası durum, Peygamber Efendimizin ‘İlmin azalması ve cehaletin ortaya çıkması kıyametin alametlerindendir’ (Buhari, 239, 240) hadisini sürekli hatıra getiriyordu. Müze içerisindeki onlarca eserin aslında orjinal olmayışı ve çoğunun batı müzelerinde olduğunu açıklamalardan okurken, böyle bir müzenin açılmasına olan sevincim kursağımda kalıyordu. Öte yandan orjinal olmasa da benzer şekilleriyle sunulan eserlere bakan arkadaşımın “bu eserlerin ne işe yaradığını anlamadım” sözü, sadece onun değil tüm gençliğimizin tarihinden ne kadar koptuğunu açıkça gösteriyordu.
Arap-İslam dönemine ait orjinal eserlerimizin çoğunun batı müzelerinde sergilenir oluşu, “Endülüs İslâm, Mezopotamya, Mısır ve Eski Yunan medeniyetlerinin bıraktığı bu mirası iyi kullanan batı dünyasının” neden bir kaç asırdır modern bilimde de öncü olduğu sorusuna cevap teşkil ediyordu. İslam dininin bilimsel araştırmalara olan etkisini ve güya bize bırakılan mirasımız hakkında Franz Rosenthal (1965), müzenin hemen girişinde şöyle demektedir: ‘İslam dini, başlangıçtan itibaren bilimin (`ilm) rolünü, dinin ve böylece bütün bir insan hayatının asıl itici gücü olarak öne sürmüştür. Bilim, İslam`da böylesi merkezi bir konuma sahiptir; yoksa müslümanlar ne tıp, kimya ve pozitif ilimlerle tanışacak ne de felsefik-teolojik sorunlarla uğraşacaklardı.’
Bilim, Bilim için değildir!
Batı modern bilimi bize kalan mirası bizden daha iyi sahiplenmiştir. Ancak, kendi yorumlarını katarak bilime sadece materyalist bir bakış tarzıyla, “nasıl veya neden oluyor” sorularına güçlü cevaplar bulmakla yetinir. Diğer taraftan “niçin?” sorusuna cevap vermek istemez veya basit mantık teorilerle sorunu çözmeye çalışır (bkz: Evrim) (Nazif Baki AKAD, Modern Bilimde Kaybolan Hikmet, 2005, Kasım, Sızıntı). Yitik malımız olan bilimin aslında kendi beslendiği kaynaktan böylelikle koparıldığını söyleyebiliriz. Bu durum, cehaletimizin artmasını sadece bilim ve teknoloji alanında değil; bilimin marifetullaha (Allah’ın sıfatlarını ve isimlerini kainat üzerinde müşahede etmek) ulaşması noktasında da gerçekleştirmiştir.
Tarihimizde yapılan bilimsel çalışmaların hemen hepsi, yaratıcıyı daha yakından tanıma, imanî yakînimizi arttırma ve dahi günlük hayatımızı kolaylaştırma amaçlarını birlikte taşıyordu. Ancak modern bilim insanları, etrafımızda gerçekleşen olayları ve bu olaylar yardımıyla icat edilen cihazları -zahiri manada- sadece materyalist ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek amacıyla kullanmaktadır. Yani kainata mânâ-yı ismî penceresinden bakılmakta, olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi aranarak yalnızca “tanımlamacı ve ne olduğu” açısından anlatmaya çalışmaktadırlar. Aslında kimin! tarafından ve ne hikmetle gerçekleştirildiğini sorgulamaktan kaçınmaktadırlar. Bundan dolayı yapılan bilim, mânâ-yı harfî bakış tarzından uzak kalmakta ve gerçek manasını bulamadan, kemale eremeden topluma sunulmaktadır.
Bilim ve Din arasındaki Dallas rüzgarları...
Bu durum, toplumumuzda bilim ve dinin sanki farklı iki öğe olduğu ve birbiriyle çatıştığı izlenimini vermektedir. Böylece insanlarımız, içtimai hayatta çalışırken sanki dinden uzaklaştığını düşünmekte veyahut dini yaşantısında derinleşirken dünyadan elini eteğini çekmek ihtiyacı görmeye başlamaktadır. Sonuç olarak bilim ile din arasında sanılan uzaklık, bize bırakılan mirasımıza ve onun mana alemine sahip çıkamamızdan kaynaklanmaktadır.
Tarihimiz bizimdir; ancak geleceğimiz henüz avucumuzda değildir. Bilim ve dinimiz arasındaki ayrılık rüzgarlarının gençliğimizin beyinlerinde bir an olsun dinmesi gerekmektedir. Her insan iştigal ettiği ilimde, Esmaü’l Hüsna kapısından içeri girebilmelidir. İlim dünyadan çıkmadan, aldığımız her nefeste nefesin kime ait olduğunu dahi tefekkür edecek bir bilince sahip olmalıyız. Ancak böylelikle bilimin ve teknolojinin mana alemini, perde arkasından çıkarıp yüzyıllar önce sahip olduğu “yönetmen” koltuğuna oturtabiliriz.