Rasim Özdenören sanat ve edebiyat meseleleri üzerine denemelerini Ruhun Malzemeleri kitabının girişine koyduğu açıklamadan öğrendiğimize göre 1962’den beri yazmaktadır. Bu yazılar şu ana kadar üç kitapta toplanmıştır:
İlk kitabı Ruhun Malzemeleri 1962-1983 yılları arasındaki yazılarını kapsar. Yazar bu edebiyat yazılarının ilk toplamı olan kitabında bütüncül bir kuram ortaya koyma amacında olmadığını yazar. Fakat gerek bu kitabı gerekse diğer iki deneme kitabı olan Köpekçe Düşünceler ile Yazı İmge Ve Gerçeklik kitapları Özdenören’in sanat edebiyat konularındaki genel görüşlerini ortaya koyması bakımından önemlidir. Ayrıca yazar bu konular üzerinde bir düşünme ortamı sağlamak niyetinde olduğunu da belirtiyor ki; ilk yazılarından bugüne aradan geçen kırk yıl yazıların bu açıdan bir hayli faydalı ve bereketli olduğunu gösteriyor.
Özdenören’in sanat edebiyat ile ilgili değerlendirmelerinin bir kısmını incelemeye ve bir nevi dökümünü çıkarmaya çalışacağım. Bu çabam bir büyük yazarın son derece önemli fikirlerini bir kaç sayfada işaret etmenin eksikliklerini taşıyor olabilir. Ama üzerinde pek de durmadığımız, sanat edebiyat meselelerinde bakmayı denemediğimiz, denemeyi aklımıza bile getirmediğimiz birçok önemli yönü fark ettirebilmek gibi bir olumlu işleve de sahip olabilir.
Güdümlü edebiyattan sıyrılmanın yolu!
Edebiyat Üzerine: Özdenören Ruhun Malzemeleri’nde uygarlık ile edebiyat arasında güçlü bir münasebet olduğunu belirtir. Kendisini maddi şartlarla sınırlamış bir uygarlığın edebiyatının bile insanına aşkın bir hedef aradığını belirtir.
Egzistansiyalistlerin aşkınlık arayışında nerede yanıldıklarını açıklar. ‘Edebiyatın Gücü’ yazısında edebiyatın ait olduğu uygarlığın inceliklerini yakalamamıza yol açtığını söyler ve önemli bir noktayı vurgular: ‘Edebiyat bir fikri, bir tezi, aksiyom (mütearife) haline getirir demiştik. Yani herhangi bir bilimsel eserde kategorik fikirler veya tezler olarak kalan ve çoğunlukla kendi dışımızda saydığımız şeyler, edebiyat eserinde yaşanan olaylar haline gelmiştir. (Ruhun Malzemeleri, s.25) Buradan çok rahat şu sonuca ulaşabiliyoruz ki; bir medeniyet kurmaya giden sağlıklı yol edebiyattan geçer. Edebiyat eserleri vermeye başlayan bir topluluk, bir çevre artık hayat dışı, hayatın kenarında olmaktan kurtulmuş, sahiden de yaşamaya başlamış demektir. Bir fikre, ideale sahip olanların ‘güdümlü edebiyat’tan sıyrılabilmesinin imkânı burada yatmaktadır. Günümüzde bir fikir etrafında toplanmış kimi çevrelerin bir türlü edebiyatla, sanatla iç içe olamamalarına bakarak onların toplum içinde kalıcı, etkili bir konuma ulaşamayacaklarını ve hatta zamanla yok olup gitmeye mahkum bir duruşu seçtiklerini ifade edebiliriz.
İslamî Edebiyat yoktur!
Yazar edebiyat eserinin evrenselliği nasıl yakalayacağı konusu üzerine kafa yorduğu ‘Edebiyatta Evrensellik Sorunu’ yazısından Mavera dergisinde yerellik ve evrensellik konusunda bir oturum yapıldığını, M. Akif Ak’ın oradaki kimi tespitleri Pınar dergisinde eleştirdiğini öğreniyoruz. Özdenören söz konusu yazısında Ak’ın eleştirilerini, aydınlatıcı bir üslupla cevaplayarak insanın bu konularda düşünmeye başladığı ilk zamanlarda kolay aşamadığı kimi noktaları gözler önüne seriyor. Evrenselliğin dünyada çok tanınıyor olmakla alakalı olmadığını belirtip edebiyat eserinin insandaki temel kimi duyguları, tavırları ve davranışları dile getirebilmesi derecesinde evrenselliği yakalayabileceğini vurguluyor. Bir Müslümanın İslamî özleri dile getirmeye çalışıp bunu becerememesi onun İslamî yaklaşımında sakatlık olduğunu göstermez; edebi değerinde problem olduğunu gösterir. Özdenören bunu karıştırmamak gerektiğini belirtir.
Kötü edebiyat ya da Laf Salatası yazısında ‘kötü edebiyat’ ile ‘kaçış edebiyatı’nı karşılaştıran Özdenören, Sartre’den yaptığı alıntı ile yaşadıkları devre tanıklık edecek şekilde yazmayan yazarların belki ‘kötü edebiyat’ yaptıkları anlamına gelmeyebileceğini ama bu durumlarının onları suçluluktan ve sorumluluktan da kurtarmayacağını belirtir. Dreyfus dramını melodram haline getirmenin kötü edebiyat olduğunu söyler.
İslamî Edebiyat tartışmalarını yetmişli yıllarda tartışan yazar şu tesbitlerde bulunuyor: ‘Divan şiiri, tekke şiiri, halk şiiri gibi yapay sınıflandırmalar, günümüz Müslümanlarının şiirlerine ya da öteki edebiyat ürünlerine yaklaşılırken kafalardaki bulanıklığı iyice yoğunlaştırıyor. Gerçekten de faraza tekke şiirini ‘dini şiir’ diye bellemiş olan biri, bu kalıbın dışında dini şiir olamayacağını ya da Müslümanların ancak bu kalıbı tutturdukları takdirde Müslümanca ürünler ortaya koyabileceklerini varsayıyorsa; günümüz Müslümanlarının ürünlerine yaklaşmakta, onları değerlendirmekte güçlük çekecek, belki de onları hiç anlamayacaktır.’ (Ruhun Malzemeleri, s.38)
Malzemelerin Ruhu yazısında neye dayanarak bir esere İslamîdir veya değildir denilebileceğini sorguluyor yazar. Eserde İslamî kavramlara yer verilmesinin o eseri İslamî yapmaya yetmeyeceğini Dante’nin ‘Âraf’ kavramını kullandığını örnek vererek belirtir. Akif İnan’ın konuyla ilgili bir yargısını sorgulayıp ne demek istediğinin elbette ki anlaşıldığını ama konuyu daha doğru bir şekilde ifadelendirmek gerektiğini vurgulayarak İslamî edebiyat oluşturan bir sanatçının ‘sorgulanamaz’ nasslar ortaya koyduğunu söyleyemeyeceğimizi söyler. Bunu İnan’ın ‘Bir Müslüman sanatçı eserinde dinden bahsetmese bile eseri İslamîdir’ anlamına gelebilecek cümlesi üzerine söyler. Sadece esere bakarak, yazarın kimliğini bilmeden bu tip yargılarda bulunmanın pek mümkün olmayacağını, bunun yanıltıcı olabileceğini anlatır ve Mehmet Kaplan’ın Erdem Bayazıt’ı, şiirini tahlil etmek isterken onun Marksist bir şiir yazdığını iddia ederek, Yunusların, Mevlanaların yoluna ihanet etmekle suçlamakla düştüğü yanlışı şöyle söyleyip ortaya koyar: ‘Sanatçının çağı içinde üstlendiği yükümlülüklerini yerine getirebilmesi, çağının isterlerine göre takınacağı tavrıyla belirlenecektir. Ona, geçmiş çağların Müslüman sanatçısı böyle yapıyordu, sen de böyle yapmalısın demek, çağından kaçmayı öğütlemekten başka ne anlama gelir?’ (Ruhun Malzemeleri, s. 44)
Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nden N. Fazıl, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu ve Erdem Bayazıt hakkındaki cümlelerini alıntılayarak geçmiş dönem Müslüman sanatçılar ile şimdiki Müslüman sanatçılar arasında kimi farkların olmasının neden mümkün ve gerekli olduğunu açıklar.
Sözü edilenler sanatçıların tepkililik ve eleştirelliklerine geçmiş dönem sanatçılarının ulaşmalarının mümkün olmadığını, onların hicivleri ile şimdikilerin tepkileri arasında sorumluluk gibi çok temel bir fark bulunduğunu ifade eder. Öncekilerin üzerine böylesi bir sorumluluğun hiçbir zaman doğmadığını anlatmak istemektedir.
Mevzunun daha girişinde kaldık. Özdenören’in dilimize, edebiyatımıza, fikir dünyamıza katkılarını ve açtığı özgün yolu irdelemeye devam etmek gerekiyor.