Son zamanlarda moda oldu bu söylem: “Ben Müslümanım ama kusursuz değil. Bir yanlış yaptığımda beni suçlayın İslam’ı değil. Ben kusurluyum ama İslam değil...”
İslam’ı yaşamayı değil anlatmayı seviyoruz.
Herkeste bir anlatma gayreti. Herkeste bir sunum hazırlığı... Bırakalım artık bu kolaycılığı.
Son zamanlarda moda oldu bu söylem: “Ben Müslümanım ama kusursuz değil. Bir yanlış yaptığımda beni suçlayın İslam’ı değil. Ben kusurluyum ama İslam değil...” Ne kadaaaar da mütevazi, ne kadaaaar da içten, ne kadaaaar da edepli bir cümle değil mi?
Kendim sordum madem kendim cevap vereyim hemen. Hayır kardeşim: hiç de mütevazi, içten veya edepli filan değil. İçtenlikle tek münasebeti içten pazarlıklı tamlamasındaki eş seslilikten ibaret!
Biz Müslümanlar, kendimize ve çevremize karşı şu şekilde bir oyun oynuyoruz: İslam’ın emir ve yasakları, tavsiyeleri belli. Bunların bir kısmını uygulamak kolay, bir kısmını uygulamak zor. Veya bize öyle geliyor. Yahut işimize başka türlüsü geliyor. Bizler, işimize geleni uyguluyoruz. İşimize gelmeyenlere uzak durup, nefsimizi tatmin edecek mazeretler uyduruyoruz. Ancak nefsin tatmini ve kalbin tatmini aynı şeyler olmadığından, kalbimizden sürekli bir hata sinyali alıyoruz. Onu bastırabilmek için hatamızı telafi etmiş görünmek gayesiyle, yapması çok daha kolay olan ve bildiğimiz kadarıyla semeresi de çok fazla bazı başka işlere giriyoruz. İşte; çoğumuzun tebliğciliği tam da bu noktada başlıyor. Tebliğden yani bir insanın Müslüman olmasına vesile olmaktan daha fazla semeresi olan amel var mı bu dünyada? Düşünsenize; bir kişi sizin sayenizde Müslüman olursa, o kişinin Müslüman olduktan sonra yaptığı bütün iyi işlerin sevabından size de yazılıyor. Yattığınız yerden sevap kazanıyorsunuz.
Ha! İhmal ettiğiniz o diğer uygulama mı? “Kimse mükemmel değildir. Ama bak daha faydalısıyla telafi ediyorum...”
O zaman sorarlar adama:
“Kardeşim sen Müslüman mısın?”
“Elhamdülillah!”
“Peki, anlattıkların çok güzel ama bir Müslüman olarak sende İslam’ın güzelliklerini göremiyorum?”
“Haa o mu? Ondan kolay ne var; ‘Ben Müslümanım ama kusursuz değil. Bir yanlış yaptığımda beni suçlayın İslam’ı değil. Ben kusurluyum ama İslam değil...”
“E peki kimi örnek alacağım o zaman?”
“Tabii ki beni değil; Peygamber (s.a.v.) Efendimizi?”
“İyi de ben O’nu hiç görmedim. Göremeyeceğim de. O’nun güzel ahlakının mirasçısı olan sen, bu mirası çöpe atıyorsun da benim mi sahip çıkmamı istiyorsun?”
“Hönk!..”
Bakın size basit bir misal vereyim. Vereceğim örnek aslında hepimizin yaşadığı ama kimsenin dillendirmediği bir durum. İlk dile getiren kişi olarak kızgın bakışların yapana (daha doğrusunu yapması gerektiği halde yapmayana) değil de anlatana çevrileceğini iyi biliyorum. Lakin bizarım. Söylemesem olmaz!
Bizim rengimizin olması gereken binalara, dışarıdan adım atıldığında alınan koku ter! Ve hayır tek tek şahıslardan söz etmiyorum. Ter kokusunun kurumsallaşmasından söz ediyorum. Çok fazla mevcut ama sadece şu iki hadis-i şerifi hatırlatmama izin verin:
“Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku, gözümün nuru namaz.” (Câmi’ü’s-Sağir)
“Şu üç şey, her Müslüman üzerinde yerine getirilmesi gereken bir haktır: Cuma günü yıkanmak, misvak kullanmak ve güzel koku sürünmek.” (Câmi’ü’s-Sağir) (Dikkatinizi çekerim; ikinci hadis-i şerife göre ben Efendimiz’in bu sünnetini eleştirmiyor, hakkımı istiyorum sadece.)
Bu misal, İslam’ın en basit ve hoş, sadece çevreye değil, uygulayanın kendisine de hoşnutluk verecek bir güzelliği. Ama daha bunu bile üzerimize almıyoruz. Bahanemiz de hazır: “Ben Müslümanım ama kusursuz değil. Bir yanlış yaptığımda beni suçlayın İslam’ı değil. Ben kusurluyum ama İslam değil...”
Hayır! Bana İslam’ı anlatma kardeşim! Bana İslam’ı “yaşa”!!!