Futbolsever birisi için o maç daha seyre değer değil mi? Savaşta mıyız hâlâ? Kara Murat küffarın kalesini fethetti de ona mı seviniyoruz?
Filmi baştan alalım ve 1970’li yılların sonlarına gidelim: Avrupa’da bizim gurbetçilerin ikinci nesilleri doğup, büyüyüp meslek sahibi olmaya başlayınca bunların bir kısmı da kendilerini futbol dünyasında buldular. O zamanki ilk temsilciler de Erhan Önal, Erdal Keser ve İlyas Tüfekçi gibi isimlerdi. Güzel ülkemizde henüz Avrupa liglerinin maçlarını canlı yayınlayacak imkân ve teknoloji yoktu, biricik kanalımız TRT yurt içinde bile senede ancak birkaç maç yayınlayabiliyordu.
Bununla beraber, yukarıda zikrettiğimiz gurbetçi futbolcularımızın maçları özet görüntülerle de olsa cilalatıla parlatıla verilir, “bu vatanın evlatları” yere göğe sığdırılamazdı. Gazetelerin spor sayfaları da kendi formatlarında bu uygulamaları yaparlardı.
Ben de o günlerde yaşıtlarımın aksine Avrupa ve Dünya futboluna meraklıydım, elimden geldiği kadar takip etmeye çalışırdım. Sevgili TRT’nin haftada bir gün 15 dakika ilâ yarım saat arasında değişen bir “Avrupa’dan Futbol” programıyla (bazen o da olmazdı) gazetelerin ayırdıkları sigara paketi kadar alan dışında hiçbir iletişim kanalımız da yoktu.
İşte şu gurbetçi futbolcularımızın ortaya çıkışından bir süre sonra TRT Avrupa liglerine biraz daha fazla zaman ayırmaya ve Alman Ligi’nden banttan da olsa her hafta bir maçı yayınlamaya başladı. Ben mesut bahtiyar tabii…
Dedim ya, ilgimden dolayı şampiyonluk mücadelesinin seyriyle akıbetini merak ve takip ediyorum. TRT maç yayınlıyor ama hangi maç olacağını bile bilmiyoruz, ne çıkarsa bahtımıza. Bir gün heves ve heyecanla ekran karşısına oturdum, doğal olarak şampiyonluğu ya da küme düşmeyi ilgilendiren bir maç bekliyorum. O da ne? İlerleyen haftalarla birlikte ligin üstüyle de altıyla da alakası kalmamış iki takımın maçı çıkıyor karşımıza. Niye? Çünkü takımların birinde Türk futbolcu oynuyor.
Aradan yıllar geçti. Televizyon önce renklendi, sonra çeşitlendi. Önce kendi ligimiz, sonra da Avrupa’nın önde gelen ligleri artan özel kanallar sayesinde her hafta evimize misafir olmaya başladılar. Yetmedi, internet diye bir şey çıktı. Televizyonlar yayınlamasa bile o mecradan maçları izlemek mümkün hale geldi.
Böyle bir hikâye anlatıyorsanız, tam da burada “biz de yurt dışında oynayan futbolcularımızı sayamaz hale geldik” gibi bir cümle geçmesi gerekir aslında. Dünya bu kadar değişmişken, biz de artık iki üç gurbetçiye göre yayın akışımızı düzenlememeliydik en azından. Fakat heyhat… Avrupa’da yetişen Türk futbolcularda yine de nispi bir artış oldu, ancak Türkiye’de yetişip giden ve makul bir süre top koşturanların sayısı son derece sınırlı kaldı. Onlar da bizi o kadar sevindirdi ki, oynadıkları takımları neredeyse hiçe saydık ve o takımları bizimkinin adıyla anar olduk. Emre’li Inter ile Nihat’lı Sociedad…
Bu zincirin son halkası Arda Turan oldu. Hem de öyle bir oldu ki, bugünlerde Türkiye medyasını takip eden biri Arda’nın Barcelona’dan daha büyük bir marka olduğuna hükmedebilir rahatlıkla. O kadar sevindik toplum olarak.
Bir kez daha çocukluğumda seyrettiğim iddiasız ama Türklü maça dönelim. Takımlardan birinde Türk futbolcu oynuyor diye neden o maç tercih edilip yayınlanıyor? Nefesleri kesen, çok kaliteli, bizim çocuğun da harikulade oynadığı bir maç mı bu? Hayır, vasat bir mücadele. Bizimki de takım oyunu içinde görevini yapıyor, o kadar. Mesela o ligde şampiyonluk mücadelesini ilgilendiren bir maç daha önemli değil mi? Futbolsever birisi için o maç daha seyre değer değil mi? Savaşta mıyız hâlâ? Kara Murat küffarın kalesini fethetti de ona mı seviniyoruz?
Aradan geçti yaklaşık 40 sene. Artık bambaşka bir dünyada yaşıyoruz ama bizim için pek de bir şey değişmemiş gibi görünüyor. Arda Turan Barcelona’da oynamaya başlıyor ve maçın birinde ekran başındaki milyonlar spikerin ağzından şu cümleyi işitiyor: Arda golün pasının pasını verdi.
Arda’nın Bayrampaşa’dan Barcelona’ya uzanan başarısını küçümsediğimizi ya da görmezden geldiğimizi düşünmeyeceğinizi varsayıyorum. Fakat bu durum, toplumun geleceği hakkında iyimser olmak için çok fazla bir gerekçemiz bulunmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Maalesef.