Allah yolunda say ü gayret etmek yerine, oturmayı ya da bir kenarda durmayı tercih etmek, hakikatte büyük bir nasipsizlik demek oluyor. Oturup kalmak, bir kötürüm işâretidir.
Kur’ân-ı Kerim’de şahsiyet terbiyesi bakımından üzerinde en çok durulan konulardan biri de Allah yolunda cihâd etmektir. Cihâd, Arapça bir kelime olarak her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi mânâlara gelir. Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime, Allah’ın adını ve mesajlarını, kendi nefsinden başlamak üzere bütün âleme duyurma ve hâkim kılma adına girişilen her çeşit hizmet, infak ve gayretlerin ve hatta yerine göre O’nun uğrunda can vermenin adı ve ünvanı olarak kullanılmıştır.
Cihâdın çok yönlü bir sonucu söz konusu ise de, esas neticesi kişiliğin arınmasına, gelişmesine ve daha nice nice kazanımlara vesile olmasıdır. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
“Kim cihad ederse, sırf kendi nefsi (yani öz hakikati) hesabına cihad eder. Muhakkak ki Allah, âlemlerden müstağnidir (kimsenin cihâdına ihtiyacı yoktur.)” (Ankebût Sûresi, 6)
Cihad, bu yönüyle bir terbiye ve ıslah mektebidir. Bu mektepte öncelikle fedakârlık eğitimi verilir. Zamanını, malını, mülkünü ve zaruret söz konusu olunca canını bile verebilme ruh ve şuuru aşılanır. Bu bir adanmışlıktır. Rabbin rızası uğruna her şeyden geçebilme idrâkine ve erdemine erişmektir. İşte Rabbimizin katında en yüksek insanlık kalitesi ve kıvamı da budur.
Cihâd, davada sadakat nişanıdır. Bir başka ifadeyle inandığı davaya sadakatle bağlanmanın önemli bir vasıtasıdır. Âyet-i kerimede bu hakikate şöyle işâret edilir:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allaha ve Resulüne iman ettikten sonra şüpheye düşmeyip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücahede etmektedirler işte sâdıklar (iman ettik sözünün gereğini yerine getiren sadakat ehli kimseler) onlardır” (Hucurât Sûresi,15)
Sıdk u sadakat öyle bir tohumdur ki, hemen her güzellik ondan neşet eder. Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, “Sıdk, insanı hayrın en üst derecesine alır götürür”1 buyurmuşlardır.
Allah’a verdikleri söze sadakat gösteren kimseleri Yüce Rabbimiz “adam gibi adamlar” olarak şöyle vasıflandırır:
“Mü’minlerden öyle erler (yiğit kahramanlar) vardır ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi ahde vefa, söze bağlılık edip canını verdi; kimi de (canını vermek için) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmediler (ikiyüzlüler gibi döneklik yapmadılar).” (Ahzâb Sûresi, 23)
Öyleyse cihâd, bir anlamda adamlık özsuyudur.
Dünyanın zevkleri uğruna, ya da buna benzer basit hevesler adına –geçerli mazeretleri olmadan- Allah yolunda fedakarlıktan geri duran kimseler, Kur’an lisanında çok şiddetli bir şekilde tenkit edilmişlerdir:
“(O münafıklar) cihâda çıkmak isteselerdi elbette ki, bir sefer hazırlığına girişirlerdi. Ama Allah, (bu isteksizlikleri ve nifakları sebebiyle onların) harekete geçmelerini istemedi de onları yerlerine çiviledi ve “oturun, oturanlarla beraber” denildi.” (Tevbe Sûresi, 46)
Bu âyet-i kerimenin beyanından anlıyoruz ki, Allah yolunda say ü gayret etmek yerine, oturmayı ya da bir kenarda durmayı tercih etmek, hakikatte büyük bir nasipsizlik demek oluyor. Oturup kalmak, bir kötürüm işâretidir. Bedeninde bir özür olmadan oturup kalanlar, ruh planında kötürüm olmuşlar demektir ki –Allah korusun- îmânda zaafa düşmenin ya da nifakın (iki yüzlülüğün) bir alametidir.
İmkânı ve iktidarı varken sırf keyfine uyarak cihaddan geri kalanlar, her yönden geri kalmaya da mahkûm olacaklardır. Rabbimizin böyleleri hakkında murâdı budur. Şu âyet-i kerimelerde ortaya konulan manzara bu gerçeğe işâret eder:
“Allah’ın Resûlüne karşı gelerek (sefere çıkmayıp) geri bırakılanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmek hoşlarına gitmedi ve “Bu sıcakta sefere çıkmayın” dediler. De ki: “Cehennemin ateşi daha sıcaktır.” Keşke anlasalardı.
Artık kazandıklarının karşılığı olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar.
Eğer (bundan böyle) Allah seni onlardan bir zümrenin yanına döndürür de, onlar (sefere) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: “Artık siz benimle birlikte ebediyyen çıkmayacak ve benimle birlikte hiçbir düşmanla asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz baştan yerinizde oturup kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalıp oturanlarla birlikte siz de oturmaya devam edin.” (Tevbe Sûresi, 81-83)
Mücâhedenin içinde olmak, insanı faziletlerle donatır. Derecesini yükseltir. Hem kişilik kalitesi, hem de ilâhî mükafata erişme bakımından üstün bir konuma yükseltilir:
“Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, cihattan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (mü’minlerin) hepsine de en güzel olanı (cenneti) vadetmiştir. Ama mücahitleri büyük bir mükâfat ile kendi katından dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihattan geri kalanlara üstün kılmıştır. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nisâ Sûresi, 95)
Allah uğrunda yapılan hizmetlerin, gayret ve çabaların içinde yer almak, insanı bütün fakülteleri ile diri tutar. İdrâki keskinleştirir, duyguları derinleştirir, imanı pekiştirir ve güzel ahlâkın birçok şubesiyle buluşturur ve kaynaştırır. Cömertlik, tevazu, cesaret, ülfet, muhabbet, merhamet, sabır, sebat ve fedakâlık gibi daha nice nice güzel vasıflar, öz benliğe yerleşir. Bütün bu faziletler, hizmet ve mücâhedenin içinde yaşanarak ve tadarak öğrenilir. Allah uğrunda mücâhedenin bütün bu sayılanların ötesinde daha büyük bir karşılığı vardır ki o da, Rabbimizin hususi hidâyeti diye ifade edebileceğimiz tevfîkına erişmektir. Tevfîk, Allah Teâlâ’nın, kulunu hayırlı işlerde muvaffak kılması demektir. Bu gerçeği müjdeleyen âyet-i kerimenin meâli şöyledir:
«Bizim uğrumuzda cihad edenleri (tam bir gayrete soyunanları) biz elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, yaptığını en güzel yapan ve daima güzellikler peşinde olan ihsan sahipleri ile beraberdir.” (Ankebût Sûresi, 69)
Netice olarak cihâd tam bir mekteptir. Kişiliğin ve toplumun arındığı ve tekâmül ettiği Rabbânî bir terbiye okuludur. Hem kendi nefsimizdeki kötü hasletleri imanla, İslam’la ve ihsanla buluşturarak güzelleştirmek, hem de Allah’ın kullarını bu hakikatlerle diriltmek için bu mektebe talebe olmaktan başka çare de yoktur.