“Mukaddime’deki tarih felsefesi, türünün en büyük eseri. Şimdiye kadar, hiçbir ülkede, hiçbir çağda, hiçbir insan zekası böyle bir eser yaratmamıştır.” (A. Toynbee)
“Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” (İbn Haldun)
ygarlığımız yaşayacaksa, büyük adamlara itibar etme alışkanlığımızdan kurtulmamız gerekir” diyen Popper büyük bir yanılgıya düşmüştü. Övünülmeye layık bir medeniyetin evlatları olarak; kurucularını, yükselticilerini bilmeden, anlamadan ve okuyamadan nasıl var olabilecektik ki?
İsmi Abdurrahman, künyesi Ebu Zeyd, lakabı Veliyyûddin, şöhreti İbn haldun olan müellifin soyu sahabe Vail b. Hucr’a dayanır. Bu sahabeyle ilgili Hz. Peygamber “Allah’ım oğlunu ve kıyamete kadar gelecek olan torunlarını mübarek kıl, hayırlı ve uğurlu olmalarını temin et” diye dua etmiştir. “İbn-i Haldun” olarak bilinir ama bu kullanım yanlıştır demişti, Batıyı da Doğuyu da, kavramın tam anlamıyla “okumuş” biri olarak Cemil Meriç. İbn Haldun dememiz gerekir der ve onu şu cümleyle tanıtır bize “Ortaçağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız; ne öncüsü var ne devamcısı.”
Mayıs 1332 de Tunus’ta doğmuş Mart 1406 da Kahire’de ölmüştü. Beşeri ve İslâmî ilim dallarında eğitim görüp 20 yaşlarından itibaren devlet idaresinde görevler üstlenmişti. Tunus, Fas ve İspanya’daki Beni Ahmer Devleti’nde önemli makamlarda bulunmuş, ailesini bir salgın hastalık sonucu kaybetmesinin ardından bir süre inziva hayatı yaşamıştı.
Eline esir düştüğü Timur onun bilgisine ve zekâsına hayran oldu. İbn Haldun onun parlak vaatlerini bir kenara iterek, tekrar Mısır’a geldi ve uzlete çekildi. İşte siyasi, fikri, sosyal, tarihi içeriğe sahip, Cemil Meriç’in ifadesiyle “girdapları, mağaraları, zirveleriyle çağları aydınlatan bir fecir” olan Mukaddime bu dönemde yazılmış bir eserdi.
Issawi Charles, İbn Haldun’un muhteşem eseri Mukaddime hakkında “Mukaddime çevrilemez henüz” diyor “önce dünya kütüphanelerindeki bütün yazmalar karşılaştırılmalı, bir ‘edition critique’ı yapılmalı eserin. Sonra bir İbn Haldun sözlüğü hazırlanmalı ve Haldun’cular bir araya gelerek kullanacakları ıstılahlar üzerinde anlaşmalı. Şimdilik kitaptan bazı parçalar çevrilebilir.”
Mukaddimesinde şimdiye kadar hiç kimsenin ele almadığı bir ilme ait özel soruları ele alacağını belirtiyor ve yeni bir ilim kurmak istediğini söylüyordu. Umran adını verdiği bu ilimle medeniyet tarihini ve sosyolojiyi kurmuştu. (Umran’ın tam karşılığı sunulamıyor, benim en çok hoşuma giden tanımı Labica’dan “medeniyetin umumi sosyolojisi.”) Bu ilimlere dair ilk tespitleri, metodolojiyi ve temel prensiplerini ilk defa o söylemişti, tarihe felsefi bir yaklaşım getirmiş, göçebe yaşam ve yerleşik yaşam ayrımını detaylı olarak sunmuştu; “sosyal olayların da kanunlara uyduğunu” söylemişti. (Daha sonraları determinizm adıyla Durkheim bunları tekrarlayacaktı.)
Fransız ihtilalini sosyal yönleriyle ele almasından ve Sosyoloji ismini ilk defa kullanmasından ötürü birçok kimse Sosyoloji’nin kurucusunu A. Comte zanneder ama Comte dahi hakkını verir: Sosyolojinin kurucusu İbn Haldun... Ortaya attığı Umran kavramıyla, içtimai hayatı irdelemeye yönelik metodolojiyi ilk O ortaya koymuştu. Bütün bunlara rağmen Sosyoloji Tarihi (N. Şazi Kösemihal) ve Sosyoloji (A. Giddens) kitaplarında ismi anılmaz. İzahlarında hep “bunu ben gördüm, doğrusunu Allah bilir” demişti.
Kendisinden yaklaşık 250 yıl sonra Descartes, söylediklerini tekrarlayacaktı. Aristoteles’i Montesquieu’ya bağlayan anıtsal köprü olmuştu. Toplumsal değişim, meşruiyet, ideoloji, modernlik, postmodernlik veya emperyalizm konusunda hâlâ çok şey söyleyebilecek bir düşünürdü kendisi ve halen O’nun düşünceleri yeterince incelenip tüketilmiş değildi.
“Yenik olan galibe uyma eğilimindedir”şeklindeki meşhur tesbiti ve devamında yaptığı izahlar, bugünkü sömürgeleşme, emperyalizm, modernleşme, hatta küreselleşme ve postmodernlik kuramlarını çözümlemeye yönelik merkezi öneme haizdi. İnsanın doğuştan toplumsal olduğu görüşünü savunmuştu. Sorumluluk ve paylaşımla hareket etmeli, ahlaklı ve eleştirel bir bakış açısına sahip olmalı, ne çok hoşgörülü ne de çok katı olmalı, diyordu.
Hadis ilminin metodolojisini Tarih’te uygulamak istemişti. O devirdeki diğer medeniyetlerin birikimlerine dair incelemeler yapmıştı... Mukaddimenin hemen başlarında felsefeden övücü bir şekilde bahsederken, yine Mukaddime’de ‘felsefenin reddi ve onunla meşgul olanların bozuklukları’ diye bir bölüm bulunması, tutarsızlığı olarak değil, ‘tamamen kabule veya tamamen redde dayalı bir yaklaşımının bulunmadığı’ yönünde okunmalıydı.
Coğrafyadan iktisada, eğitimden siyasete kadar birçok alana dair önemli tespitlerde bulunmuştur... İbn Haldun üzerine hakkaniyetli çalışmalarıyla tanınan Ümit Hassan’a göre İbn Haldun, döngüsel ve yazgısal bir tarih okuması yapmamıştı. Böyle yaptığına dair ‘efsane’lerin en büyük sebebi ‘oryantalist’ güdümlerdir. Başta Toynbee gibi Batılı düşünürler,‘müthiş kelimelerle öv, anlaşılmasına ve fikri rehber olmasına set çek’ taktiğini uygulamış ve başarılı olmuştu.
İbn Haldun’un ana gözlemi veya iddiası Peygamber ve ilk dört halife dönemi dışında İslam devletinin var olmadığı, İslam toplumlarında ortada var olan devletin gerçekte bir mülk devleti, bir hanedan devleti, bir güç devleti (power-state) olduğudur. Ayrıca İslam’ın altın çağına özlemini dile getirir.
Hitti, ‘onu bütün zamanlarda ortaya çıkmış olan en büyük tarihçi’ olarak niteleyip ‘sosyolojinin kurucusu olduğu’ gerçeğini itiraf etmişti. Yves Lacoste onu ‘kültür filozofu’ olarak selamlarken, Saab daha da ileri giderek ‘İslam medeniyetinin yaratmış olduğu en büyük yaratıcı deha’ diyecekti. Schmidt, Bouthoul, Labica, E. Rosenthal, T. Husayn gibi bir çok bilgin de bunlara benzer şeyler dillendirmekteydi. “Sosyoloji Tarihine Bir Giriş” isimli eserinde Barnes “İbn Haldun’un fikirleri Doğu ve Batı’daki bir çok ilim adamının düşüncelerinin önünde gelir” demişti.
Kendisi, tarihte eşine az rastlanan (yoksa müslüman ilim adamlarının hep başına gelen mi demeliydim?) bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Bünyesinde dev bir birikim barındırmış, bu birikimi aktarmış, birden fazla ilim kurmuş, birçok ilme ciddi katkılar sunmuş biri olup bu kadar az anılan biri olmak sadece bir Müslüman’ın başına gelebilirdi herhalde. Ümit Aktaş’ın ifadesiyle “semasında tek yıldız gibi parlayan, ama ışığı bu dünya üzerinde bile çok aydınlatıcı olmamış bir bilge kişilikti o.”
20. asrın başlarına kadar Batı entelijansiyası tarih felsefesinin kurucusu olan İbn Haldun’u takmamıştı. Batılılaşan Türk entelijansiyası da hikmet-i tarihin mucidi olan bu zatı uzun müddet dikkate almamıştı
Meşhur “toplumcu” Niyazi Ökten, İbn Haldun’un Türkiye’de konuşulmaya başladığı ilk yıllarda Yön dergisinde bir yazı yazmıştı: “Politik doktrinde vahye dayanan devlet düzenini, ideal devlet düzeni saymaktan kendini kurtaramayan bir düşünürün bugünün sosyalizmine ereceği bir şey yoktur.” Türk sosyalizmi keşke İbn Haldun’dan yararlanma erdemini gösterseydi diye geçiyor içimizden, belki biraz daha tutarlılaşırlardı.