Hacerü’l Esved’i selamlayıp güzelce tavafa başladınız. Ya elinizdeki hac ve umre rehberine bakarak ya da ezberinizdeki duaları okuyarak Kabe’nin etrafında dönüyorsunuz.
Tam yedi defa bu dönüşü tamamlayıp bir tavaf yapmış olacaksınız. Sağınızdan, solunuzdan değişik milletlerden insanlar geçiyor. Siz de onlara göre farklı bir milletin mensubusunuz. Renginiz, kıyafetiniz farklı. Bütün farklılıkları eriten bir akışın içine kendinizi bırakmış, huzurla ilerliyorsunuz. Derken çok tanıdık ama hiç de beklemediğiniz bir ses duyuluyor metaf alanı içinde. Yakınlarda birinin telefonu çalıyor. Bir yandan İranlı bir molla, arkasındaki genç kızların tekrar etmesi için yüksek sesle ve kelime kelime dualar okuyor, bir yandan bilindik markanın bilindik melodisi çınlıyor duaların arasında. Birkaç defa çalıyor ve açılıyor telefon.
Önceleri harem içine fotoğraf makinesi ile girilemezdi. Şimdi de kapıdaki görevliler buna izin vermemeye çalışıyor ama özellikle akşamları, ikinci katta patlayan flaşlar, bu kontrolleri ciddiye almanızı engelliyor. Zaten artık cep telefonları da fotoğraf makinesi vazifesini görüyor. Kabe’yi arka plana alıp önünde hatıra fotoğrafı çektiren insanları görmek de sıradan bir durum artık. Buna rağmen tam tavaf esnasında telefonların çalmasını hatta bu telefonlara cevap verilmesini yadırgıyor insan. Sanki buranın dokusuna, insana ait seslerin sadece ezan, Kur’an ve dua okuyan kısmı yabancı değil. Teknolojiye, metale ait her ses aykırı duruyor. Çalan telefonun melodisi gibi. Yine de telefonlarımızı bırakamıyoruz dışarıda. Metaf alanı içinde ya da sa’y yaparken arayanlar bize ulaşabiliyor. Maalesef, bu alanların enerjisini algılayıp, “aradığınız kişi metaf alanı içinde olduğundan şu anda sizinle görüşemeyecek, lütfen daha sonra tekrar arayınız” diyecek kadar akıllı telefonlarımız da yok.