İbrahim Refik
Menkıbevî kaynaklar Sultan İkinci Mehmed`in annesi Hüma Hatun`un, oğlunu ziyarete gelişlerinde genç hükümdarın yatağının her zaman düzgün olduğunu gördüğünü ve oğlunu: “Arslanım! Yatağınızı niçin kendiniz topluyorsunuz? Bunu yapmakla vazifeli hizmetliler var. Bırakın onlar vazifelerini yapsınlar.” diye ikaz ettiğini, buna karşılık aylardır, Bizans`ın Konstantinapolis`ini Osmanlı`nın İstanbul`u yapma hedefine kilitlenen genç serdarın da, annesine: “Canım anam! Ben o yatağa altı aydır girmedim ki!? cevabını verdiğini yazıyorlar.
Görüldüğü gibi başarı, ulaşmak istediği hedefe kilitlenmesini bilen ve bunun bedelini ödemesini göze alma yürekliliğini gösterenlerindir. Sultan Mehmed, bu çağdaki akranlarının şahsiyetlerini bile yerli yerine oturtamadığı bir yaşta, idealine odaklanıp, hedefine kilitlenerek kendisini öylesine motive etmiştir ki, bu motivasyon sonunda ona `Fatih` unvanını kazandırıp peygamber müjdesine erdirmiştir. Peki daha hayatının baharında kazanılan bu cihan fatihliği bir anda mı olmuştur. Elbetteki hayır! Böylesi bir `fatihlik` unvanının altyapısı çok önemlidir. Ve o altyapıda, daha çocukluktan beri nakış nakış işlenerek oluşturulan şu gerçekler vardır: İstanbul Fatihi Sultan İkinci Mehmed; dâhi bir devlet adamı olmasının yanında, `Avni` mahlasıyla şiirler yazıp divan sahibi olacak kadar iyi bir şairdir. Kendi adına anılan kanunnâmeleri ortaya koyabilecek kadar iyi bir hukukçu olmasının yanında, papazlarla Hıristiyanlık hususunda münazara edecek kadar teoloji bilgisine sahiptir. Yedi dil bilebilecek kadar dünya kültürlerine vukufiyetinin yanında İstanbul`un fethinde kullanılan topların balistik hesaplarını bizzat yapabilecek kadar mühendislik okumuştur. İşte böylesi derin bir bilgi altyapısı, `ya devlet başa, ya kuzgun leşe` anlayışı ile birleşince karşımıza ele avuca sığmaz bir tipoloji çıkmaktadır. İdealine böylesine kilitlenen bu çok yönlü dava adamı elbetteki ıstıraplarının meyvelerini devşirmiş ve "İmtisal-i câhidû-fillah oluptur niyyetim./Dîn-i İslâmın mücerred gayretidir gayretim" diyerek 30 yıllık saltanatı boyunca 17 devleti tarih ve siyasi coğrafyadan silerek 2 milyon 220 bin kilometrekarelik bir enlem ve boylamda tevhidin bayrağını dalgalandırmıştır. Elbette ki bu görkemli zaferlerin en büyüğü, Napolyon`un `dünya başkenti` dediği İstanbul`un fethidir. Konstantinapol`u İslambol yapan bu fetih öylesine büyük bir fetihtir ki Bizans Tarihçisi Prens Dukas`a "Böyle bir harikayı kim gördü, kim işitti. 2. Mehmed, karayı denize tahvil etti ve gemileri dalgalar yerine dağların tepesinden geçirdi." dedirtmiştir.
Aslında derinliğine düşünüldüğünde bu fetih, sadece bir şehrin ele geçirilmesinden çok öte birşeydir. Düşen kalelerin, yıkılan surların ardından çiçek açan din özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü ve Orta Çağ`ın çok ötesine taşan müsamahanın evrensel bir yansımasıdır. Amerikalıların hayran oldukları ünlü tarihçi Washington İrving`in ifadelerimizi pekiştiren şu satırları ibretle okunmalıdır: “Türk Hükümdarı Fatih, Şarkî Bizans İmparatorluğu`na nihayet vermeseydi, karanlık ve koyu Orta Çağ taassubu, insanların muhayyilesini ancak gözlerin görebileceği dar bir dünya çerçevesi içinde bırakmakta devam edecekti. Ancak Rönesans`la beraberdir ki, insanlar mazilerini araştırmak, dünyalarını öğrenmek ve istikbâli düşünmek imkânına sahip oldular. Skolastik zincirinin kopuşu dünyayı, zamanı, mesafeyi araştırmak, metafizik ve tefekkür sahasına Rönesans`ı getirmiştir. Bunu Türklere borçluyuz.”
Fethin sırlı mimarı Akşemsiddin`in önünden akmasıyla, bilek ve yürek gücünü ortaya koyan genç serdar, Konstantinapolis`i Beldet-üt-Tayyibe eylemiş ve zamanla bu "Sultan Şehir", "Derseâdet"den "Âsitâne"ye, "Dâr-ül Hilafe"den "Aziz İstanbul"a kadar birbirinden güzel adlarla günümüze kadar gelerek milletin gözbebeği olmuştur. Her ne kadar “İstanbul`u fethedecek yaşta” olan bugünün Fatihlerinin `oyun ve oynaştan` başlarını kaldırıp bu güzel şehire sahip çıkamasalar da...