Süleyman Ezber
Geldim, gördüm, gidiyorum...
Acelem vardı. İnsanların rahatça yemeklerini yiyip, dinlendikleri öğle tatili benim için bir azaba dönüşmüştü. İşi gücü bırakıp o finansçı senin, bu faktöring benim dolaşıp duruyordum. Artık ahbap olduğum bankacılarla yemek aralarında görüşüyor, onları sıkıştırıyordum. İşleri yolunda giden bir işadamı gibi değil, batmamak için çırpınan bir esnaf gibi davranıyordum. Bu durumun farkındaydım ama az kalmıştı. Kısacık bir zaman sonra iyice rahatlayacaktım. Aldığım tüm riskler geri dönüş getirecek, altına elimi koyduğum taşlar kanatlanıp uçacaktı.
İnşaatları büyütüyordum. Seneye yandaki arsayı da alacak, soyadımı taşıyan siteye yeni bir etap yaptıracaktım. Evlatlarına bir daire alamayanlara inat, her oğluma bir blok bırakacaktım. Bu işi bitirince bir site de memleketimde yaptıracaktım. Doğduğu topraklara yatırım yapmış olan bir iş adamı olarak yerel gazeteye poz verirken “Sakıp Ağa” gibi gururla duracaktım. Hani şu “Modern zaman kibarlıklarının heeepsinden anlıyorum ama onları bilerek uygulamıyorum” bakışını atacaktım.
Bir tane minicik spor olanlardan, bir tane iri yarı en lüksünden, bir tane de klasik araba alacaktım şöyle en parlayanından.
Öğlenin bu sıcağında koştururken bindiğim şu deli aletten çok daha konforlu olacaktı.
Ama yolda bana arkadan hızlıca çarpmalarında bu aletin suçu yoktu. Çarptıkları sırada viyadüğün tam ortasında, yüksek bir uçurumun kıyısında olmamda kaderin bir oyunu vardı o kadar…
Yeşil bir araba çarptı bana. Arkası yük aracı gibiydi. Üzerinde “Mezarlıklar Müdürlüğü” yazıyordu.
Şimdi aynı yoldan geçiyorum, tekrar aynı yerlerden… Yolculuğa devam ediyorum. Bizim deli alet parçalanmış. Arkadaki araçla devam ediyorum yolculuğa…
Yeşil bir araba taşıyor şimdi beni, arkası yük aracı gibi… İnsan eti ağırdır derler. Yük olur taşıyana…