İslam, nezâket, letâfet ve zarâfet dînidir. İslâm Peygamberi’nin beyânlarına binâen bu dünyâda çok ehemmiyetsiz gibi görünen nezâket, hesap gününde pek ehemmiyet kazanacaktır. Her bakımdan bir üsve-i hasene (en güzel örnek) olan Allâh Rasûlü , bu hususta, yâni nezâket ve zarâfette de bizlere en mükemmel bir misâldir. O, bir kimsede gördüğü bir hatâyı düzeltirken dahî nezâket ve zarâfeti elden bırakmaz, o şahsa hitaben değil, umûma hitaben:
“Bana ne oluyor ki, bazılarınızı şöyle yaparken görüyorum!..” buyurarak sanki kendilerine galat-ı ru’yet, yâni yanlış görme izâfe edercesine sözlerine başlarlardı.
İslâm’ın üzerinde durduğu en ehemmiyetli mes’elelerden biri de hak ve hukuktur. Öyle ki, Allâh Teâlâ indinde şirkten sonra afvedilmeyen ikinci husus, kul hakkı olarak beyân edilmiştir. Hattâ Hazret-i Peygamber , vefâtıyla netîcelenen ağır hastalığı esnâsında dahî bu husûsa dikkat çekmiş ve bizzat kendisi, bîtâb hâline rağmen mescide giderek ashâbıyla helâlleşmiş ve:
“Ashâbım! Kimin malını yanlışlıkla aldıysam, işte malım; gelsin alsın! Kimin sırtına yanlışlıkla vurduysam, işte sırtım; gelsin vursun!..” (M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, c. II, s. 38) buyurmuşlardır.
İşte böylesine hassas, zarîf ve aynı zamanda da sağlam temeller üzerine oturtulan İslâm adâleti, bütün beşeriyyeti hayrân bırakacak bir ulvî seviye arzeder. Nitekim 1789 büyük Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof Lafayet, meşhûr insan hakları beyânnâmesi yayınlanmadan bütün hukuk sistemlerini tedkîk etmiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görerek şöyle haykırmıştır:
“Ey Muhammed! Senin adâleti gerçekleştirmek husûsunda ulaştığın seviyeyi bir daha hiç kimse gösteremedi!..”
İslâm tarihi bu adâletin nice tezâhürleriyle doludur. İşte bunlardan biri:
Bir kimse, at satın almıştı. Hayvan iki yaşında ve gayet gürbüz olduğu hâlde üç gün içinde öldü. Adam, atı satan kimsenin kendisine karşı bir düşmanlığı olduğu ve bu sebeple ona uzun vâdede zehirleyecek bir şeyler yedirdiğinden şüphelendi. Peşpeşe üç gün mahkemeye gitmesine rağmen kadıyı bulamadığından dolayı vakit geçirmeden durumun tedkîki için atı baytara götürdü. Baytardan aldığı bilgiler de kanaatini doğrular mâhiyetteydi. Bir zaman sonra tekrar mahkemeye uğradığında kadıyı yerinde buldu ve meseleyi arzetti.
Kadı:
“–Niçin evvelâ bana gelmedin de baytara gittin? İlk anda gelseydin de sıcağı sıcağına çâresini bulsaydık!” deyince şikâyetçi:
“–Efendim! Falan günler, üç gün üstüste makamınıza geldim. Fakat yoktunuz!” cevabını verdi.
O zaman kadı:
“–Haklısın, geldiğin günlerde burada yoktum. Memleketteydim. Zîrâ anacığım vefât etmişti...” dedi.
Ardından bir lahza sükûta bürünüp düşündükten sonra kâtibe dönerek şunları söyledi:
“–Mesele anlaşılmıştır. Yaz kâtip! Vazîfe mahallinde bulunmadığı için zarârın kadıdan tazmînine...” (Osman Nuri Topbaş, İslam, İman İbadet. S. 13)