Hilal Kaplan, 1982 İstanbul doğumlu. 2004 yılında Bilgi Üniversitesi psikoloji bölümünden mezun oldu. 2006 yılında sosyoloji bölümünde yüksek lisansa başladı. Halen Yeni Şafak gazetesi köşe yazarlığı ve TVNET’te yayınlanan “Muhalif” isimli bir program yapmaktadır.
Kapitalist ahlaka angaje bir Müslüman nesil geliyor. Bunu sadece gençler bağlamında söylemiyorum. Bana sorarsanız orta yaşlılar daha fena bu anlamda. Bir anda varlığın içine düştükleri için ne yapacaklarını bilemiyorlar. Koluna taktığı çanta ile kendini tanımlayan bir Müslüman kadın öznesi var ki, seküler bir kadın özneden hiçbir farkı kalmamıştır.
Türkiye’nin değişen siyasal yapısına göre gençlik politikalarında da bir takım değişimler oluyor, bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Dindar gençlik söylemi üzerinden…
Cumhuriyet rejimi ilk kurulduğundan beri gençlere yönelik özel politikalar var. Çünkü gençlik, özellikle otoriter rejimler için kilit öneme sahip bir toplumsal grup. Otoriter rejimin bekasını sağlayacak toplumsal grup gençliktir. Rejime karşı bir tartışma olacaksa bunun başat aktörleri gençlerdir. Arap baharı denilen sürece baktığımızda da, meydanlara ilk çıkanların, gençlik grupları olduğunu görüyoruz. Hayatları pahasına rejimin yıkılması için sokakları doldurdular. Bu bağlamda her devletin bir gençlik politikası vardır ama bu politikalar otoriter rejimlerde daha sert ve bağlayıcıdır.
Anayasamızda gençliği koruma yasası var. O maddeye göre, “Devlet, İstiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır. Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.” Geçtiğimiz yıllarda alkol ile ilgili bir düzenleme yapılmış, 21 olan yaş sınırı 24’e çıkarılmıştı. Başbakan düzenlemeyi o dönemde bu maddeye dayanarak savunmuştu. (gülüyor)
AK Parti’nin parti olarak dindar bir gençlik yetiştirmek gibi bir amacı olabilir, bu gayet doğaldır. Bunun için etkinliklerde bulunur, faaliyetler yapabilir, gençlik kollarını bu yönde yönlendirebilir. Fakat devletin başı olarak Başbakan Erdoğan’ın, “dindar gençlik yetiştireceğiz” demesi yanlıştır. Eğer siz bunu doğru buluyorsanız ‘Kemalist gençlik’ yetiştireceğiz diyenlerden prensip olarak bir farkınız kalmaz.
Son zamanlarda, yapılan düzenlemelerde bu yönde bir yanlışlık olduğunu düşünmüyorum. Mesela, Kur’an ve Siyer derslerinin seçmeli olması bir sakınca barındırmıyor. Sonuçta istemeyen öğrenciler bu dersi almayacaklar. Bana göre sakıncalı olan eğitim en başta ebeveynin çocuğu için belirlemesi gereken bir şey olmalıyken, bizde devletin belirlediği ve sınırlarını koyduğu bir şey olmasıdır.
Bu da içinde ideolojiyi barındıran bir eğitime sebep oluyor.
İster istemez barındırıyor. Çünkü, eğitim dediğiniz şey devletin ideolojik aygıtlarından birisidir. Örneğin; devlet tarih dersi veriyor, nasıl bir içerikle verdiğini masaya yatıralım. Tevhidi tedrisat kanunu uygulamadayken ve bütün müfredat gözden geçirilmemişken, devletten nispeten bağımsızlaşmış bir eğitim politikasının güdülebileceğini düşünmüyorum. Devlete göbekten bağlı bir eğitim politikamız var. Her seferinde gayr-ı Müslümlerin mağdur edildiği söyleniyor. Halbuki onların Lozan’dan gelen hakları var, kendi okulları var. Uygulamada eksiklikler olduğunu kabul ediyorum.
Burada özellikle biz Müslümanların haklarının kısıtlandığını düşünüyorum. Bizim kendi okulumuz yok, inancımızı kapsayacak derslerimiz yok. Bu kanun kaldırılmadan, farklı eğilimdeki Müslümanlar çocuklarını istedikleri şekilde eğitemedikleri sürece bu sorun çözüldü diyemeyiz. Bu yapılanları da geçici çözümler olarak görüyorum. Kaldı ki Diyanet İşleri anayasanın laiklik maddesine göre hareket etmek zorunda. 24. Madde bunu düzenliyor.
Müfredata giren Kur’an-ı Kerim ve Siyer derslerinin hangi bağlamda verileceği, hangi çerçevede öğretileceği de benim için bir soru işaretidir. Diğer alanlardaki gibi din alanındaki tek tipçilikten de arınmamız gerekiyor. Yani “ders seçmeli oldu, oh ne güzel her şey tamamdır” diye bir duyguya kapılmamalı Müslümanlar.
Biz devletten bağımsız bir dindar toplum olmayı amaçlamalıyız. Gazze bombalanırken bize Yeşilay haftasını anlatan imamlar düzeninden bir biçimde çıkmamız gerekiyor. Yani bundan 90 yıl önce Diyanet İşleri diye bir kurum yoktu, ama biz işlerimizi gayet rahat gören bir toplumduk. Diyanet var ama hâlâ camilerin yüzde 90’ını halk yaptırıp sonra devlete veriyor.
Son 10 yıl içerisinde siyasette, ekonomide, sosyal alanların birçok mecrasında, sistemin yapısına göre bakarsak “dışarıdan birileri” etkin olmaya başladı. Sizce bu yükü (varlığı) kaldırabilecek olgunluğa sahipler mi?
Yokluk bir imtihan, varlık çok daha büyük bir imtihan. Yoksulsan bunu bir imtihan olarak görür, haline şükredersin. Ama zenginlikte sadece şükür yetmez, sorumluluklar artar. Varlık imtihanından sınıfta kaldığımızı düşünüyorum. Bu kadar işçi ölümleri oluyor ama tedbirini almayan, sorumluluğunu hissetmeyen birçok patron var. Bu insan hayatı, yani hakka girmenin en üst noktası. Dini ahlaklarını, iş ahlakından fazlasıyla ayıran bir hale geldiler. Bunun istisnai olsa da iyi örnekleri var. İGEAD diye bir kuruluş var, devletin önerdiği asgari ücreti hakkaniyetli görmedikleri için işçilerine daha yüksek ücretler veriyorlar.
Tesettür moda dergilerinden bir tanesinin sloganı “Güzel hayat tarzı dergisi.” Ben de bir yazımda “güzel ahlaktan güzel hayat tarzına” diye bir eleştiride bulunmuştum. Eskiden bizim için tedavülde olan güzel ahlaktı. Güzelliği etik olandan koparmadan, güzel olan aynı zamanda ahlaklıdır, çerçevesinde düşünürdük. Şimdi bir anda “güzel yaşam biçimi” diye bir şey ortaya çıktı. Aslında etik olanla bir bağı olmayan, estetik olanı etik olandan hep bağımsız gören ve İslam’ın ikisinin arasına koyduğu ontolojik bağı koparan bir slogan… Sadece batılı estetik tarz, giyim ve ev dekorasyonuna yönelik tüketimi kışkırtan bir dergi...
Bu tarz tüketimi isteyen bir kitle vardı da kaynağı mı yoktu, yoksa bu tarz dergiler kitle oluştuktan sonra mı ortaya çıktılar?
Böyle bir kitle yok diyemeyiz, ama bu derginin ortaya çıkması, İslam ahlakıyla uyuşmayan bu taleplerin meşruluk kazanmasına ve yaygınlaşmasına sebep oluyor. Gelin görün ki bu dergiyi çıkaran arkadaşlara bunu söylediğinizde kabul etmezler, onlara göre cihat yapıyorlar. Bunun farklı örnekleri de var. Eğer Müslümanlar rüyalarını unuturlarsa hangi yasağın kalktığının bir önemi yoktur. Bu engellerin kalkması bizim daha imanlı bir toplum olacağımız anlamına gelmez. Çünkü biz rüyamızı unutuyoruz yavaş yavaş.
28 Şubat’tan günümüze muhafazakar kesimde somut olarak neler değişti? Özellikle şekilsel bağlamda…
Michael de Sarto diye, gündelik hayat sosyolojisinde çok önemli bir adam var. “Egemenlerin stratejileri vardır, egemenlerin ezdiği grupların da o stratejilere karşı hayatta kalabilmek için taktikleri vardır” der. 28 Şubat’ta egemenler Refah, Fazilet, Saadet üçlüsünü nasıl ezdi? Siz irticacısınız, irticacı olduğunuz için demokrasiyle hiçbir bağınız olamaz. Ülkeyi batılı değerlerden uzaklaştırıyorsunuz diyerek, sakallıları, başörtülüleri şeytanlaştırmaya çalışarak bu süreci yönettiler.
Ezilenler de taktik olarak buna nasıl cevap verdi? Biz irticacı değiliz, biz de demokrasiden yanayız, bizim de uyuşabileceğimiz noktalar var diyerek, sisteme kendini kabul ettirmeye çalıştı. Bazı sakallılar sakallarını kesti, annelerimizin o geniş başörtüleri kısaldı, pardösüler kısaldı sonra yok oldu. Ezilme sürecine verilen dönüşümsel bir cevaptı bu. Siyasal, sivil ve ekonomi alanında, bu değişimlerden sonra bir takım kazanımlar oldu. 15 yılda her şey tepe taklak oldu.
Tavizler verilmeden kazanç olmazdı mı diyorsunuz…
Yani aslında taviz verildi de demek istemiyorum. O üniversite için başını açanlar acaba taviz mi verdiler? Yoksa o da bir direniş biçimi miydi? Okulu bırakan bir direniş biçimi sergilediyse, bırakmayıp şimdi öğretmenlik yapan da farklı bir şekilde direniş sergilemiş olabilir mi? Bunun yargısında bulunmak çok ağır bir yük.
Biraz önce bahsettiğim moda dergisiyle ilgili olarak, dergiyi çıkaranlardan biri şunu söyledi: “Moda’daki bir kadın da Fatih’teki bir kadın da bu dergiyi alıp faydalanabilir.” Aslında bu şu demek, yaşam biçimleri söylemi üzerinden insanları tek tipleştiren, homojenleştiren, o söylemi hayat biçimi üzerinden tekrar üretmek anlamına gelen bir şey.
İkincisi tüketim alışkanlıkları çok önemli, kapitalist ahlaka angaje olan bir Müslüman nesil geliyor. Bunu sadece gençler bağlamında söylemiyorum. Bana sorarsanız orta yaşlılar daha fena bu anlamda. Bir anda varlığın içine düştükleri için ne yapacaklarını bilemiyorlar. Koluna taktığı çanta ile kendini tanımlayan bir Müslüman kadın öznesi var ki, seküler bir kadın özneden hiçbir farkı kalmamıştır.
Bir de işçinin alnındaki ter kurumadan hakkının verilmesi gerektiğini bilen fakat bunu uygulamayan, nasıl daha çok kâr ederim diyerek bin bir türlü fırıldaklar çeviren bir patron profili de oluşmuş durumda. Diğer sermayeden bir farkları kalmamış.
İnanmayan bir insanı etik olarak bağlayan çok fazla değer yoktur. En fazla vicdan derler. Ben vicdan söylemini de sorunsallaştırıyorum burada girmeyeyim. İslam ise bundan çok daha ağır sorumluluklar getirir. Yani tuvalete hangi ayakla gireceğinden tutun da kazandığı parayı nasıl harcayacağına kadar her şeyini sorgular ve bir kurallar çerçevesinde yaptırır. Bizler günde 70 defa tövbe eden bir Peygamberin ümmetiyiz. Ben bu eleştirileri yaparken de kendi nefsimi aklamak için yapmıyorum. En hakir nefis benim kendi nefsimdir, kendi nefsimden daha hakir bir nefis bilmiyorum. Bu bakış açısıyla eleştirilerimi yapıyorum. Diğer Müslümanlar da bu bakış açısıyla eleştirmeliler.