Her geçen gün farklı bir keşif gerçekleştiriliyor. Dünyayı daha iyi anladıkça bazı kelimelerin de yerleri değişiyor; ‘İnsan, kainatın parçasıdır.’ cümlesi OUT, ‘İnsan, kainatın hülasasıdır.’ cümlesi IN kabul ediliyor. Henüz keşfedilen veya anlaşılmaya başlanan gerçekler, güneş ışığının her tarafa tulu etmesine benzer -haberleşme araçlarıyla- artık her eve kolayca girebilmektedir. Başka bir deyişle vakt-i merhunu geldiğinde, “Niye araştırmadın?” denildiğinde, Google gözümüzün önünden geçmeden evvel, ‘hakikatlara ulaşmanın zor olduğu’ savunmasının geçerliliğini yitirdiğini artık görmemiz gerekmektedir.
Hakikatlerin yağmuru altında ıslanan bazı ilim insanları, karşılaştıkları her bilimsel veriyi Allah’ın ayeti (Arapça kelime olarak delil veya işâret) olarak görmeleri ve Kur’an’daki bazı ayetlerle ilişkilendirerek insanlara sunmaları garip karşılanmamalıdır. Zira ‘soyu tehlikede olan tür’ kabul edebileceğimiz (B)ilim insanlarımızın bu davranışları, ayetlerin bilimsel buluşlar yardımıyla kanıtlanmaya çalışılması anlamına gelmemektedir. Aksine bu nadide insanlarımızın anlatmaya çalıştıkları, evrendeki her şeyin Allah’ın varlığına ayet olduğu ve bilimin Marifetullah’a (Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımaya) açılan bir kapı olduğu gerçeğidir. Bu durumu Kur’an şöyle özetler “Biz onlara ayetlerimizi, hem çevrelerinde hem de kendi içlerinde göstereceğiz, sonunda onun (Allah tarafından) gerçek olduğu iyice anlaşılacaktır.” (Fussilet, 53).
Pakistanlı Prof. Dr. Abdus Salam, bu eşsiz türün örneklerindendir. Kainatın oluşmasında görevli olan dört kuvvetten elektromanyetik ve zayıf kuvvetlerin, yüksek bir enerji seviyesinde birleştirilebileceğini matematikî olarak ispatlayarak Weinberg ve Glashow ile birlikte 1979 Nobel Fizik Ödülünü kazanmıştır. Einstein’ın öncülüğünü yaptığı ‘Büyük Birleşik Teori’ alanındaki katkıları, mana dünyasını da etkilemiş; çalışmalarında tevhid’in ve Kur’an’ın tesirinin olduğunu her yeri geldiğinde açıklamaktan kaçınmamıştır. Dr. Abdus Salam bir söyleşisinde “İslâm tevhid dinidir. Dinde böyle olduğu gibi marifette de tevhid-i efâl (Tüm tavır, hareket ve sükun Allah’a aittir.), tevhid-i sıfat (Hayat, ilim, kelam, semi, basar, kudret, irade ve tekvin. Bu sıfatların en kemali Allah’a aittir.) ve tevhid-i Zât (Varlık Allah’a aittir, mevcut olan Allah’tır.) mertebeleri vardır. Niçin bütün eşyada birlik tecelli etmesin?” diyor ve sözü edilen evrendeki dört kuvvetin birliği ve tekliği arasında münasebeti kuruyordu. (Nobel Ödüllü Abdus Salam, Sızıntı 2007
Aramakla Bulunmaz! Ancak Bulanlar, Sadece Arayanlardır!
2011 Nobel Fizik Ödülü ise halen hayret duygularımızı kabartan ‘Evren’in Genişlemesi’ alanında yapılan bir keşife verildi. İlkin 1978 yılında Arnoz Penzias ve Robert Wilson’ın evrenin genişlemesini keşfetmeleriyle kazandıkları Nobel ödülünden yaklaşık otuz yıl sonra bu kez Saul Perlmutter, Brian Schmidt ve Adam Riess, evrenin giderek artan bir hızla genişlediğini keşfetmelerinden dolayı Nobel ödülüne layık görüldüler. Evren’in genişlemesine verilen Nobel ödülleri “Biz göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.” (Zariyat, 47) ayetiyle birlikte düşünüldüğünde, “Oku!” ve “Düşünmez misiniz?” hitaplarının aslında ne kadar önemli uyarılar olduğunu artık kavramamız gerekmektedir.
Bu yılın Nobel Kimya Ödülü ise imkansız gibi gözüken ve hiç bir zaman birbirine benzemeyen kristal yapılarının oluştuğunu kanıtlamasından dolayı İsrailli bilim insanı Daniel Shechtman’a verildi. Bu keşif hakkında en ilginç yorum, The Guardian gazetesi tarafından yapıldı: “Metal parçaları içerisinde keşfedilen oluşması imkansız gibi görünen kristal parçaları, aynen İslam mozaiklerindeki güzel modellere benzemektedir.”
Her birimize gerek bu dünyada gerekse de en büyük ödül gününde Nobeller kazanmamıza vesile olacak keşifler veya ayetler, tüm kainata yayılmış durumda ve halen “okunmayı ve düşünülmeyi” beklemektedir.
Dr. Abdus Salam bir konuşmasında şöyle der: «Tarihin sayfalarını geriye çevirip, tekrar ilimlerde liderliğimize kavuşabilir miyiz?Bizler, bilhassa da GENÇ nesil bunu takip edilmesi kaçınılmaz bir hedef olarak kabul etmek durumundayız. Yeter ki, fikri inançlarımıza sarılalım ve İslâm’ın ilk çağlarındaki hayatlarımızı unutmayalım. Ancak bu rönesansa gidişin hiçbir kestirme yolu olmadığını da aklımızdan çıkarmayalım.”