Onu ilk kez lise sıralarında tanıdım. Edebiyat dersinde şiir ezberi yaparken karşıma çıkmıştı. Nasıl çıkmasındı ki? “Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.” Sonra edebiyat hocam, “Hâlâ hayatta kendisi, hatta gençlerle görüşüyor.” deyince çok şaşırmıştım. Böyle şiirler yazabilen bir insanın çok eskilerde yaşadığını; tarihi bir karakter olduğunu falan düşünmüştüm.
Sonra Yitik Cennet. Üniversite için Erzurum’a gidince bir sahafa girdim. Baktım, kapaklarında afili görseller olmayan, oldukça sade, iç sayfaları soluk renkte olan kitaplar… “Sezai Karakoç” yazıyordu üzerlerinde…
İstanbul’daydı. Hep merkezdeydi aslında; O’nu uzaklarda aramaya gerek yoktu ama O hep yalnız oldu. Ondaki yalnızlık belki anlaşılamamak, belki kendi kabuğuna sığmamak… Üstelik sadece mütedeyyin sahanın değil, özellikle şiirleriyle her cenahın saygısını kazandı.
“Herkes gibi olmak, olmayacak bir şey. Herkes gibi olmak, olmamak gibi bir şey...”
Diriliş Partisi’ni kurmasını ve siyasette çok da etkin olamayacak bir şekilde atılmasını da böyle anlamak lazım belki de. Bir şahsiyet, bir fikir, bir başkaldırı, bir diriliş; ete kemiğe bürünmeliydi. Ödülleri, kendisine biçilen tüm övgü dolu sıfatları, makam-mevkileri reddeden; taraflı tarafsız herkesin okkalı bir duruş sahibi olduğu noktasında fikir birliğine vardığı biriydi O.
16 Kasım Salı günü vefat haberini aldık. Sadece bir yazarı değil, bir yüz akını; çağımızın en önemli fikir insanlarından birini yolcu ettik. 22 Ocak 1933’te Diyarbakır Ergani’de doğan Sezai Karakoç’un hangi özelliklerini, hangi eserlerini konuşsak eksik kalır; aslında O’na karşı hadsizlik olur. Tekrar tekrar okumakla ve hayatın kendisini bizatihi yaşamakla O’nu daha yakından tanımak belki mümkün… Rahmet olsun. Yetiştirdiğin ve bıraktığın fikir mirasıyla yetiştirmeye devam edeceğin nesiller senin sadaka-i cariyen. Başımız sağ olsun…