Sahte de olsa kendine bir kimlik edinmiş vatandaşa, durumu anlatmak bugüne kadar ana baba bildiği insanların aslında gerçek ana babası olmadığını söylemek kadar zordu. Ama bunun vakti artık gelmiş de geçiyordu. Çocuğun travması göze alınıp gerçeği öğrenmesi gerekiyordu.
İki ay önceki yazımızda futbolun sosyal hayattaki yeri ve fonksiyonu üzerine bazı tespitler yapmaya çalışmış, biraz farklı olduğunu ima ettiğimiz Türkiye özelini incelemeyi de bir sonraki yazıya bırakmıştık. Araya şike soruşturması girince biz de bir ay erteledik ve şimdi kaldığımız yerden devam edebiliriz.
Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim: Türkiye’de futbol, bir kimlik unsuru hâline gelmiş ya da getirilmiştir. 1923’te yeni bir devlet kurulduğu zaman, dünya konjonktürü icabı bir ulus-devlet olması gerekiyordu ama ortada bir ulus yoktu. Dağılan imparatorluğun kaybedilen bölgelerinden gelen ve birbirinden hayli farklı olan Müslüman etnik gruplar vardı ve bunların toplamından oluşan halka ulus tanımı yapmak imkansız gibi bir şeydi.
Yoğun bir çabayla bu halk topluluğu Türk “yapıldı”. Tam olarak konumuz olmadığı için ayrıntıya girmeyelim. Fakat ebediyete akıp giden her on senede biraz daha anlaşıldı ki, söz konusu kimlik ne kadar köpüklü ve coşkulu görünürse görünsün, ülkenin dört bir yanında yaşayan insanlar kendilerini ulus bağıyla birbirlerine bağlı hissetmiyorlardı. Örneğin Amerika’nın pek güzel başardığı gibi insanlar kimlikleri sorulduğunda ısrarla “Amerikalıyım” demiyor, birbirlerine “hemşehrim, memleket nire?” diye soruyorlardı.
O halde yardımcı kimlikler gerekiyordu. Fakat bu durumu devlet mi fark edip telafi etmeye çalıştı yoksa “tabiat boşluk kabul etmez” kuralı uyarınca kendiliğinden bir süreç mi hasıl oldu bilinmez, imdada futbol yetişti. Resmi ideolojinin sürekli pompalamasına rağmen üç tarafı denizle çevrili cennet vatanda yaşadığını toplumun bilinçaltı “yememişti”. Dolayısıyla kendini mutsuz, başarısız ve eksik kimlikli kabul eden halk, şarkılarda, şiirlerde, filmlerde sürekli gözüne sokulan İstanbul merkezli bir hayata sosyo-psikolojik olarak entegre olmanın yolunu İstanbul takımlarında buldu.
Mesela Fenerbahçe taraftarı olduğunuz zaman, kimse bu tercihinizi sorgulamıyor, siz de en azından birkaç senede bir şampiyon ve dolayısıyla mutlu, başarılı ve güçlü bir kimlik sahibi oluveriyordunuz. Bu ülkede etnik, dini ve sosyolojik kimliğiniz sorgulanabilirdi ve sorgulanıyordu, bu yüzden başınız da ağrıyordu çoğu zaman. Ülkede mutlu azınlığın şımarık çocukları bile bu konuda mutlak anlamda rahat sayılmazlardı. Örneğin ezan sesinden hoşlanmayanlar bu rahatsızlıklarını dile dahi getiremiyorlardı. Sonra ne bileyim, Ramazan ayında oruç tutmayanlar öyle önüne gelen yerde yeyip içemezlerdi. Fakat gel gelelim, kimsecikler size takım tercihiniz hakkında bir şey söyleyemezdi, yan bakamazdı. Bu sanki doğuştan gelen bir insanî haktı.
Böylece, güçlü ama sahte bir kimlik ortaya çıkmış oldu ve büyük bir ihtiyacı giderdi. Ülkenin ezici çoğunluğu, birbirinden pek de farkı olmayan üç ayrı futbol kulübüne gönül verdi ve onlarla ağlayıp onlarla güldü. Bu da yönetici iradenin işini adam akıllı kolaylaştırdı. Bu takımların birini şampiyon, diğerini kupa sahibi yapıp, bir diğerini de Avrupa’ya gönderip birkaç tur atlattırabilirseniz, bütün ülkeyi mesut bahtiyar eylemiş olacaktınız.
Bu kadar kolay ve güçlü bir kimliğe sahip olabiliyorsanız, o kimliğin bazı ufak tefek (!) kusurlarını da görmezden gelebilirdiniz. Kazanmak için bazen rutin dışına çıkmak gerekebiliyordu bu alemde, kimlik sahibi olmak ciddi bir konuydu ve meşin yuvarlağın kaprislerine bırakılamazdı elbet. Dolayısıyla rutin dışı zamanla rutin hâline geldi, bunun sonucunda da ortaya sahte bir dünya çıktı. Bütün resmi propagandaya rağmen savaş alanında kazandığına bilinçaltını bir türlü ikna edemeyen halk, spor sahasında kazanmaya çalışıyor ve bu uğurda her şeyin mübah olduğunu düşünüyordu.
Bu böyle sürüp gidemezdi. Sahte dünya, gerçeğiyle örtüşmüyor ve artık akıp giden realite bu sahteliği kaldıramıyordu. Dünyada da benzer vakalar yaşanmış, yöneticiler problemi gerektiği gibi halletmişlerdi. Türkiye de farklı bir şey yapamazdı artık. Yapamazdı ama, sahtesini gerçeğinin yerine koymuş ve bu şekilde mutlu olan insanlara gerçeği nasıl anlatacaktınız? “Gerçek anlamda mutlu olmanız için uyanmanız ve biraz acı çekmeniz gerekiyor” demeniz ve onlar bu tedavi sürecini kabul etseler de etmeseler de bir yerden başlamanız gerekiyordu.
Sahte de olsa kendine bir kimlik edinmiş vatandaşa, durumu anlatmak bugüne kadar ana baba bildiği insanların aslında gerçek ana babası olmadığını söylemek kadar zordu. Ama bunun vakti artık gelmiş de geçiyordu. Çocuğun travması göze alınıp gerçeği öğrenmesi gerekiyordu.
Son şike operasyonu bu yüzden bu kadar uzadı. Bu soruşturma başladıktan bugüne kadar bir çok spekülasyon yapıldı. Yazıyı yazdığımız şu vakitlerde ise henüz karar açıklanmamıştı. Bizim kanaatimiz, karar ne olursa olsun, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıdır. Toplum artık belli bir olgunluğa erişmiştir ve gerçek ana babasıyla tanışma vakti gelmiştir. Rahmetli dedemin tabiriyle, uğurlu kademli olsun.