Ömer Akyüz
Birçok yenilik ve dönüşüm ile birlikte artık her bir eşyanın yepyeni halleriyle karşılaştığımız bir çağda yaşıyoruz. Değişimin en ince noktasını bile hissettiğimiz bu zaman diliminde yeni dünyaya yön verme gayreti içerisinde buluyoruz kendimizi. Değişime, yeniliğe ve dönüşüme ayak uydurmak isteyen insan, aynı zamanda tüm bu çeşitlilikten de geri kalmak istemiyor. İşte tam da bu noktada ruh ve beden birbirinden keskin bir şekilde ayrışıyor. Bedeni doyurduğumuz fakat ruhu eksik bırakmaya yönelik gelişen hareketlerimiz yüzünden ruhumuz ile bedenimiz bir savaş hali yaşıyor. İkisi arasındaki denge ve nizamı sağlamaktan geri kalıyor ve yeni dünyanın düzeni ile birlikte birçok eşyaya sahip olma güdüsü ile yol alıyoruz.
İçi fakir olanın, dışına gereğinden fazla önem verdiği bir zamandayız artık. İçi ile dışını bir tutmak ve ikisi arasındaki dengeyi diri tutmak yerine aralarında uçurumlar kadar fark yaratan insan tiplemeleriyle karşılaşıyoruz. Bedenini süsleyip rahata kavuşan birey, iç dünyasını ihmaliyeti sonucunda ruh halinde çeşitli sıkıntılar yaşamaktadır. Sadece iç aleminde güzellikleri barındıran birtakım bireyler ise bu güzellikleri dışına veya pratiğe dökme konusunda ya çekingen ya da ihmalkâr bir tavır takınarak ruh ve beden arasındaki dengeyi sağlamakta zorlanıyorlar. İfadede buyurulan iki insan tiplemesinin de tutumu son derece yanlıştır.
Neden evlerimize dünyayı sığdırmaya çalışıyoruz? Bedenlerimizi ve dış dünyamızı gitgide zenginleştirmeye ve ruhumuza da eksik ve ihmalkâr bir tavır takınıyoruz. Sonu hiç bitmeyecek bir gayretin içerisindeyiz. Yeni aldığımız eşyanın hemen ardından daha yeni ve daha gelişmiş modelleriyle karşılaşıyoruz. Bir yarış içerisindeyiz, hem kendimiz ile hem de yeni dünya düzenine karşı. Bunun bir galibi yok, olmayacak da. İki taraf da en sonunda "hiç"liğe doğru yol alacak. O’ndan önce kimse yoktu, O’ndan sonra da olmayacak. Bir zihin devrimi yaşıyoruz. Ölmeyecek gibi yarına çalışıp duruyoruz. Biriktirdikçe biriktirmeye ve bedenleri yıldıkça yıldırmaya devam ediyoruz. Bunun sonu belli ama kaç kişi bunu farkında olarak yaşıyor. Fark etmeden yaşayanların, farkında olmadan ölümüne şahit oluyoruz. Süsleyip rahata kavuşturmaya çalıştığımız bedenler bir gün iskelet yığınları haline gelecek. Peki, ya ruh? Ruh ise dünyada karşılık bulduğu haliyle yeniden hayat bulacak.
Bu noktada hem ruh hem de beden bir hayli yorulmaktadır. Zihin ise bu minvalde kendisine de bir pay alıyor. Zihnimizi en yorgun biçimine kadar sürüklüyoruz. Sonu yokmuş gibi bir yola koyuyoruz kendimizi.
Ruhun merkezi olan kalp, içi ne ile doluysa dışa da onu yansıtır. Bedeni ıskalamadan ruhun merkezini güzelliklerle doldurmayı tavsiye eden sevgili Peygamberimiz, bize bu konuda 14 yüzyıl önce takındığı yaşam düzeni ile bize örneklik teşkil eder. Cömertliği ile ön plana çıkan Peygamberimiz, aynı zamanda bedenine ve evine yığınca eşya yüklememiş, bunun dengesini sağlamak açısından bize en güzel örneği şu ifadesiyle sunuyor:
"Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar." (Müslim, Birr, 33).
İnsanoğlu, sîret ile sûret birleşiminden oluşan bir yapıya sahiptir. Sîret, iç oluşa; sûret ise dış oluşumunu oluşturur. Sîret, iç güzellik; suret ise dış güzelliğe karşılık gelir. Sîret, insanın karakterini; sûret ise dış biçimini ifade eder.
Sîreti sûrete en güzel şekilde uyan ve tüm insanlığa en güzel örnek olan kişi hiç şüphesiz iki cihan güneşi sevgili Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v.). Her zaman gösterişten uzak bir yaşam sürmüş, imkânı olmadığı zaman da ve devlet başkanı olup her türlü imkâna sahip olduğu zamanda da bu sade hayatından asla vazgeçmemiştir. Kendini her daim halktan biri olarak görmüş ve bir başkasından ne üstün ne de farklı görmüştür.
İbn Abbas’ın şu rivayeti Hz. Peygamber’in (s.a.v.) halktan birisi gibi yaşadığını ortaya koymaktadır:
“Resûlullah (s.a.v.) Harem-i Şerif`teki şerbet dağıtılan sebil mahalline geldi ve şerbet istedi. Abbas oğluna dönüp, ‘Ey Fadl! Annene git, yanındaki (özel) şerbetten Resûlullah’a (s.a.v.) getir’ dedi. Resûlullah (s.a.v.) ise, ‘Hayır, bana bu şerbetten ver’ diye buyurdu. Abbas, ‘Ey Allah’ın elçisi! Halk, buradaki şerbetten ellerini sokuyorlar’ demişti. Resûlullah (s.a.v.), ‘İşte halkın içtiği bu şerbetten ver!’ buyurdu ve Abbas’ın sunduğu umumi şerbetten içti.” (Buhârî, Hac, 75).
Hz. Peygamber (s.a.v.) yaşamındaki sadeliği her zaman uygulamaya çalışmıştır ve hiçbir zaman mal mülk sahibi olmak ve bunu yığınca evlere sığdırma gayreti içerisinde olmamıştır. İyi biliyordu ki fâni dünyanın sahte ışıltısına kapılanların sonu elde edilecek bir hiçliğin farkındaydı. Üç günlük dünya hayatını gereği gibi yaşayan Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sade ve öz hayatında dikkat çeken en önemli özelliği cömert olmasıydı. Elinde ve evinde yığınca eşya bulundurmamış ve bunu her daim infak etmiştir. İhtiyacı olmadığı eşyayı, ihtiyacı olan birilerine vermekten hiçbir zaman çekinmemiştir. Bu minvalde bize örneklik teşkil edecek en güzel örneği bize şu rivayetle veriyor:
Resûlullah (s.a.v.), bir ikindi namazından sonra, daha cemaat dağılmadan hızlıca evine gider. Kısa sürede dönen Resûlullah (s.a.v.), merakla bekleyen sahabeye döner ve şöyle der: “Evde bulunan bir miktar altın hatırıma geldi. Elimde kalır korkusuyla hemen gidip onları dağıttım.” (Buhârî, Ezân, 158).
14 yüzyıl önce yaşayan ve tüm insanlığa her davranışıyla örnek olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sade ve öz yaşamıyla ruh ve bedenini gereksiz eşya yığınından sakındırmış ve bu hâliyle de cömertlik vasfı daha fazla ön plana çıkmıştır. İhtiyacı olmadığı eşya ve malını, ihtiyaç sahiplerine dağıtarak maddi ve manevi anlamda huzurun ve sükûnetin yolunu göstermiştir bizlere.
Hız ve haz çağında hem ruh hem de bedenlere eşya yığınıyla yüklenen ve işlevini yitirmiş iskelet yığını hâline gelenlerden olmamanız; gönüldeki sözleri hâl ile birlikte yaşayan bireylerden olmanız duasıyla…