Eski zamanlarda bir tasavvuf büyüğünü ziyarete gelen bir topluluğun içinde küçük de bir çocuk vardır. Mecliste misafirlere bal ikram edilir ve işe bakın ki o çocuk balı çok sevmektedir! Çok sevdiği için de bala o kadar odaklanmıştır ki, o ara tasavvuf büyüğü kendisine ismini sorduğunda, gayriihtiyarî ‘Bal!’ kelimesi çıkar ağzından. Babası bu sebepten bir derece mahcup olur. Ama tasavvuf büyüğü bu cevabı hayra alâmet bir durum olarak görür. Çünkü çocuk sevdiği şeyde odaklanabilmekte, öyle ki kendinden geçip kendi ismini bile unutabilmektedir. Demek ki, bu çocuk gönül verdiği hayırlı bir yolda da aynısını yapabilecek kabiliyettedir.
Aslında bu durum, manevî veya dünyevî, sâlik olduğumuz, izini sürdüğümüz her yol ve her meslek için geçerlidir. Yazarlık için ise daha bir geçerlidir. Bir işin hakkını vermek, künhüne vâkıf olmak, o işte ilerlemek ve ustalaşmak, o işte ve o yolda odaklanmayı, onu hayatının merkezine koymayı gerektirir.
Özellikle kendileriyle ilgili hatıralarda yazarların genellikle ‘dalgın insanlar’ olarak anlatılması esasen bu sebeptendir. Hakikat-ı halde, yazarlar dalgın ve dikkatsiz insanlar değillerdir; bilakis, odaklandığı şeye bütün dikkatini verdiği için öyle görülürler. Neticede yazı hayatı, sadece eline kalem kağıt aldığında yahut bilgisayarın başına geçtiğinde yazacağı şeyi düşünmekten ötesini gerektirir. Yazıda ilerlemek, yolda, otobüste, yürürken, bir ortamda otururken, bir sohbete iştirak ederken dahi zihninin bir köşesinde yazmayı düşündüğü konu için bir ‘açık pencere’ bırakmayı; gördükleri, duydukları, gözlemledikleri, okudukları ile o konu arasında sürekli bir ağ ve bağ kurmayı gerektirir. ‘Hayatın içinde yazmak’ ancak böyle mümkün olur. Yazarın bir tarafı herkes gibi yaşarken, bir tarafı yazıya odaklanmış halde olmalıdır. Tamamen yazacağı konuya odaklanıp kalan ‘hayattan kopuk’ hale, tamamen yaşanan hayatın akışı içinde ilgisini dağıtan yazamaz hale gelir. Mesele, hayatın içinde iken yazıyı odağında tutmayı başarabilmektir.
Neticede yazar sadece yazmak üzere masasına oturduğu anda yazıyı düşünen kişi değildir. Bilakis sürekli yazıyla, kelimelerle, düşündüğü konuyla meşgul olduğu ölçüde yazıyı kıvama kavuşturabilir. Bu ise, ‘pasif düşünme zamanları’ dediğim anları da yazı için değerlendirmeyi gerektirir. Tamamen yazıya odaklandığımız ‘aktif düşünme anları’dır, lâkin hayatın içindeki sorumluluklarımızla birlikte onları çok da bol halde bulamayız. Ama her gün bize düşünme, özellikle de yazı üzerine düşünme imkânı tanıyan epeyce zaman vardır. Meselâ evden işe gidiş geliş zamanları, meselâ—beraber veya yalnız—yemek için sofraya oturduğumuz anlar, meselâ sohbet zamanları, meselâ başımızı yastığa koyduğumuz anlar. Yahut, yürüdüğümüz, dişimizi fırçaladığımız, tıraş olduğumuz zamanlar… Yazılar, esasen böylesi ‘pasif düşünme anları’nda olgunlaşır. Birçok yazının çatısı bu anlarda kurulur; giriş cümlesi, sonuç cümlesi, en kritik cümle, en hayatî imge böylesi anlarda belirir ve birikir zihnimizde.
O yüzden, yazıda ilerleme ve bir yazar olarak yaşama gibi bir gayemiz varsa, yazmanın bir ‘hobi’ olmadığını, bir ‘heves’ten ötesini gerektirdiğini bilmemiz gerekiyor. Yazmak bir yaşama biçimidir. Ve biz ne kadar odaklanıp kendimizi ona verirsek, o da sırlarını o derece bize verir…