Aklımıza gelen her şeyin başına “İslâmî”yi getiriyoruz, o şeylerin de gerçekten “İslâmî” olduğunu düşünüyoruz. Tutarlılık ve muhtevanın kalitesi, genellikle umurumuzda olmuyor. Dış görünüş ve etiket tamamsa, gerisine bakmaya gerek duymuyoruz.
Kelime ve kavramların dışına bir kılıf geçirdiğimizde, onların muhtevasının da değişivereceğini zannetmek gibi ilginç bir yanılgımız var. Bu noktada en büyük kurbanlarımızdan biri, “İslâmî” ifadesi. Aklımıza gelen her şeyin başına “İslâmî”yi getiriyoruz, o şeylerin de gerçekten “İslâmî” olduğunu düşünüyoruz. Tutarlılık ve muhtevanın kalitesi, genellikle umurumuzda olmuyor. Dış görünüş ve etiket tamamsa, gerisine bakmaya gerek duymuyoruz.
“İslâmî siyaset”, “İslâmî devlet”, “İslâmî duruş”, “İslâmî düşünce”, “İslâmî otel”, “İslâmî tatil”, “İslâmî çevre”, “İslâmî kıyafet”, “İslâmî sosyal medya”, “İslâmî aile”, “İslâmî eğitim”… Böyle yüzlerce örnek bulabiliriz. Yapılan tanımların çok azında, gerçekten, temel kriter Kur’ân ve Sünnet ölçülerine sımsıkı bağlılık. Kâhir ekseriyette, tanımlar daha çok yaşanan hayatların “İslâmî çerçeve”ye (buradaki kullanım doğru) sokulmaya çalışılmasından ibaret.
Adaletin olmadığı “İslâmî devlet”ler, anne-baba hakkının hiçe sayıldığı “İslâmî duruş”lar, kardeşlik hukukunun önemsenmediği “İslâmî düşünce”ler, helallerle haramların birbirine karıştığı “İslâmî otel”ler, hiçbir kaygının belirleyici olmadığı “İslâmî tatil”ler, Müslümanlığın sosyal anlamda yaşanmadığı “İslâmî çevre”ler, tesettürün yakınından bile geçmeyen “İslâmî kıyafet”ler, gıybetin adeta helal addedildiği “İslâmî sosyal medya” ortamları, Hz. Peygamber’in eşlerine ve çocuklarına gösterdiği muhabbetin hiçe sayıldığı “İslâmî aile”ler, insan eğitiminin asgarî şartlarının bile oluşmadığı “İslâmî eğitim”ler… Ve daha niceleri…
Tüm bunların hepsi ayrı yazı konuları belki ama, içlerinden bir tanesini öne çıkarmak istiyorum: Şu “İslâmî tatil” meselesini…
“İslâmî bir tatil” nasıl olur, ona dair çerçeveyi çizelim evvela. Böylece, tablonun olumsuz tarafını uzun uzun resmetmeye gerek kalmasın:
Rabbimiz, Kitabımızda, “De ki: “Allah’ın kulları için yarattığı süsü, temiz ve iyi rızıkları kim haram kıldı?” De ki: “Onlar dünya hayatında müminlere yaraşır; kıyamet gününde ise yalnız onlara mahsus olacaktır.” İşte bilmek isteyen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” (A’râf.32) buyuruyor. Demek ki dünyanın güzelliği, zevki, keyfi ve hoşlukları, öncelikle Müslümanların hakkı. Süse ve rızka ayrı ayrı vurgu yapıldığına göre, estetik ölçüler ve görsellikteki özen de, dünyadaki hakkımıza dâhil. Kılık-kıyafetten yaşam standartlarına, yeme-içmeden mimariye kadar, her alanda geçerli bir hak bu. Öncelik Müslümanların. Allah’ın bütün bu nimetleri, önce onların hakkı.
Ama, bir önceki ayette, bir başka ölçü daha verilmiş, ki denge sağlansın: “Ey Âdem oğulları, her namaz kılacağınızda / her secde mekânında zinetlerinizi takının / en güzel şekilde giyinin. Ve yiyin için, amma israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez” (A’râf.31)
O halde iki ölçüyü birleştirince, karşımıza temel bir kural olarak “israftan kaçınmak” meselesi çıkıyor. Dünyadan faydalanırken, giyinip kuşanırken, yiyip içerken, gezerken, velhasıl keyifli ve güzel bir şekilde yaşayıp giderken, tüm bu nimetlerin bedeli: İsraf etmemek. Şunu söylemek yanlış olmaz: İsraf edildiği anda, Allah’ın nimetlerinden “öncelikli şekilde” faydalanmak hakkı ve konforu da elden kaçırılmış olur. İsraf eden, bir süre sonra zaten o nimetleri de kaybeder.
Buradan hareket ederek, “İslâmî tatil”i “İçinde israfın olmadığı tatil” olarak tanımlayabiliriz rahatlıkla. Para israfı, yemek israfı, vakit israfı, emek israfı, enerji israfı… Aklımıza gelen israf türlerinin hepsinden arınmış olarak, dünyadan aldığımız keyiflerin hepsi “İslâmî tatil” kapsamındadır. Eğer israf girmişse tatilimizin içine, o zaman sadece “kadın-erkek ayrı havuzlarda haşemayla yüzmek”, tatilimizi “İslâmî” yapmaya yetmeyecektir. Bu ölçü, aslında başında “İslâmî” takısı bulunan hemen her şey için düşünülebilir. İsraf etmemek, temel bir emir çünkü. Enteresandır: Kur’ân, Firavun’u da “O, müsriflerdendi” diye tanımlar (Duhân.31). Firavun neyi israf ediyordu? Allah’ın kendisine bahşettiği, iktidar hakkını. İsraf meselesi, böyle çok boyutlu, böyle çetin, böyle düşündürücü…
Tatilden ve “İslâmî tatil”den söz açınca, bir hususu daha eklemek mecburi hale geliyor:
İsraf konusu meselenin bir ucu. Onun tam karşı ucunda da, yine “İslâmî kaygılar”la eğlenmeyi ve keyif almayı tamamen es geçen bir anlayış mevcut.
Cenaze töreni gibi düğünler yapılıyor mesela: Herkes ciddi, adeta üzgün. Günün anlam ve önemine dair konuşan kişiler âhirete, günaha, ölüme vs. vurgu yapıyor. İnsanı “yahu, evlenirken de mi sevinmeyeceğiz?” diye isyan ettiren gülünç bir mizansen sergileniyor.
Ailecek çıkılan bazı tatiller, herhangi bir tadın ve keyfin bulunmadığı, askerî bir eğitim kampı gibi. Evin reisi, bütün programı sadece ibadetlere göre ayarlamış, içerikte neredeyse başka hiçbir şey yok. “Aman Şeytan araya sızmasın” kaygısıyla, bütün aile fertlerini yıldıran, kaba bir baskı hali. Üstüne bir de, sık sık çıkan tartışmaları, kavgaya dönüşen ihtilafları, kararları tek kişinin almasından kaynaklanan gerilimleri eklediğinizde, oh mis…
“Tatil” denince sadece hac ve umreye odaklanıp, ailesiyle şöyle “sadece gezmek için” çıkmayı israf, ayıp ve günah sananlar da çok. Bulduğu bütün boşluklarda Hicaz’a koşan, ailesini alıp herhangi bir seyahate çıkarmayan, bunu da “İslâmî şuur” adına yapan epey tanıdığım var. Altını eşeleyince başka bir sürü arıza çıkıyor, ama en azından ifade ettikleri mazeret bu. Oysa, Rasûlullah Efendimizin bu konudaki beyanı çok açık: “Allah rızasını düşünerek yaptığın harcamalar sadakadır, hatta yemek yerken eşinin ağzına koyduğun lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfatını alacaksın.” Şu halde bir Müslümanın, ailesinin keyfini etmeyi bir tür ibadet ve infak olarak görmemesi, “İslâmî şuur”la nasıl izah edilebilir?
Misaller daha da arttırılabilir. Fazlasıyla mevcut maalesef. İfratla tefrit arasında, sallanıp duruyoruz velhasıl. Dengeye talip olanlarımız azınlıkta.
A’râf.31’e sımsıkı sarılıp, A’râf.32’yi sımsıkı uygulamak mümkün mü? Elbette mümkün. Olmasaydı eğer, önümüze bir ölçü olarak konmazdı. Dengeyi tutturamıyorsak, sorun ölçüde değil, bizdedir.