
Bir önem sırası olmayanın dünyası da önemini kaybeder. Kendi ölürken de Kundera’nın dediği gibi “Mezarını kazanların parlak bir müttefiki olur” sadece. Kelimesiz, selamsız, hızlı bir kazışın müttefiki.
Üç gün yatak dördüncü gün toprak diye dua eden yaşlıların bu arzularını çağ ivedilikle reddediyor. Üç gün yataktan kasıt son nefesi kavi’leştirme arzusudur. Ömrümüzce kopuk yaşadığımız zincire kelimelerden bir halka olup bağlanma arzusudur. Oğlunu kızını etrafında dua ederken görmek, başucunda okunan Kur’an’ı dinlemek, şehadet telkinlerine dil döndürmek, af ve mağfiret bulma umudu ile dünyayı usulca mırıldanarak terk etmenin yollarını aramaktır üç gün yatak arzusu. Ölüm azabının kelimelerle değiş tokuşudur. Kurbanın bıçağa değil tekbir sesine canını vermesi gibi. Ölüm döşeğinde kelimelerden bir ipe tutunup geçip gitmeye çalışmaktır. Gerçi ölüm döşeğini de reddetmektedir çağ. Ölüm döşeğini altımızdan hızlıca çekmiş yerine -yoğun bakımda türlü cihazlara bağlı olarak yaşayan kişinin yattığı- yaşam ünitesini iteklemiştir.
Yoğun bakımda ölmez insan yaşamını kaybeder sanki. Onca kabloya, cihaza, sağlık görevlisine rağmen ölmek bir yenilmişlik sayılacağından hasta ölmez yaşamını kaybeder. Kelimelerden kopuk maddeye bağlı bir umuttur kaybedilen. Doktorlar arar, hasta kaybeder. İlaçlar bulur, hasta kaybeder. Reçeteler doldurulur, hasta kaybeder. Böyledir. Dördüncü gün toprak arzusu ise başka bir reddediş ile karşılanır. Toprağa ulaşmak o kadar kolay değildir. Önce morg vardır. Uzaktaki akrabaların beklenmesi, cenaze evinin dizaynı, ölüm raporu, dirim kimliği, yakaya tutturulacak resmin çoğaltılması, mezarlıkta yer ayarlanması, yemek şirketi ayarlanması gibi ölümle değil de hayat ile ilgili kurallar yüzünden cenaze bekletilir. Dünya sürgününe kuyruk eklenir, lehim yapılır, teneke bağlanır. Eskilerin “üç gün yatak, dördüncü gün toprak” arzusu buharlaşır, gençlerin diline ise bu dua hiç uğramaz olur.
“Eski neslin anlattıklarını anlamıyoruz” demişti bir genç. Aslında tafsilatlı anlatılınca ve anlamak için dinlenince insanın uzlaşamayacağı nokta yoktur. Mühim olan o tafsilatlı anlatım için ve anlama çabası için yeterli vaktin ayrılması. Hap şeklinde fikirlerin, basmakalıp sözlerin, anlık hislerin gemlerinden kurtulup bir orta nokta için birbirimize zaman tanımak. Hız çağına rağmen bunu yapabilmek. Selam bir adımdır. Kalpler arasındaki mesafeyi dua ile aştırıp insanları aynı hizaya getirir. Başkasını selamlamak şimdiden ondan sorumlu olmak demektir diyor Levinas. Gerisi kendiliğinden gelecektir.
Hız ve selamsızlık ölümü sırayla, mutluluğu birlikte isteyen kadim düşünceye çelme takmıştır. Sosyal medyada anlık bir ses kaydının, bir video görüntüsünün, bir cinnet anının, kopuk bir cümlenin üzerinden akar işleyiş. Olayın başı ve sonu yoktur. Dolayısı ile adil bir tavır söz konusu olmayacaktır. Zaten bireylerin adil olmak gibi bir sızısı, muhatabına bu cinsten bir borcu da gözlenmez. Bir arada yaşamanın getirdiği sorumluluk kaybolmuştur çünkü. Herkes bireydir dolayısı ile eleştiren de eleştirilen de bağlamından kopuk varlığını sürdürmektedir.
Eskiden komşuları ve akrabaları ölüm döşeğinin etrafında toplayan ölümün/ölünün kendisi değil sorumluluk duygusudur bu açıdan. Etrafındaki kırk evden sorumlu tutulan mahalleli ile etkileşimin bir sonucudur. Faili meçhul bir cinayet işlendiğinde kesame adı altında mahalle halkından elli kişiye yemin verdirilmesini, sadaka taşlarını, şufa hakkını, avarız akçasını birlikteliğin ürettiği sorumluluk üzerinden ve sorumluluğun birlikte mutluluğu hedeflemesi üzerinden yeniden okuyabiliriz. Evsiz, mahallesiz, selamsız ve sorumsuz insan etrafındaki insanları insandan saymadığı için ölümlerini de ölümden saymayacaktır. Hastanede ölen ve morgda üst üste yığılan nesnelere dönüşecektir insan. Lakin göze alamayan göz ardı edilir. Bir önem sırası olmayanın dünyası da önemini kaybeder. Kendi ölürken de Kundera’nın dediği gibi “Mezarını kazanların parlak bir müttefiki olur” sadece. Kelimesiz, selamsız, hızlı bir kazışın müttefiki.