Kararlı ama yavaş adımlarla yürürken, tüm ciğerlerim doluyor soğukluğu ile havanın. Her nefes verişimde ağzımdan ve burnumdan çıkan dumanlar; meğer ne kadar da hızlı yok oluyormuş; sahi bugüne dek nasıl fark etmemişim?
Bazen kendimi çok yalnız hissettiğim oluyor onca kalabalığın içinde… İçim hüzünle doluyor sebepsizce. Nedenini düşünüp, suçu üzerine yıkacağım bir bahane buluyorum her defasında ama hiçbir bahanenin gerçek fail olmadığını da bal gibi biliyorum. Ruhumuz buraya ait değil ve eğreti duruyoruz bu kaygan zeminli, adına dünya dediğimiz yerde her birimiz… “Belki de tüm sebep bu!” diyerek, çayımın bardak dibinde kalan son kısmını hızlıca içip; bu kabz hali ile kalkıyorum açık gördüğümde muhakkak bir çay içimlik oturduğum o küçük çay ocağından…
Hafiften kapalı bir hava, yağmur henüz terk etmiş buraları; yerlerde ıslaklığı, burnumda kokusu var. Yağmurdan sonra, her şey ne kadar da mahzun, ne kadar da tatlı bir hüzünle kaplı oluyor ve galiba ben bu hüznü çokça seviyorum.
Kararlı ama yavaş adımlarla yürürken, tüm ciğerlerim doluyor soğukluğu ile havanın. Her nefes verişimde ağzımdan ve burnumdan çıkan dumanlar; meğer ne kadar da hızlı yok oluyormuş; sahi bugüne dek nasıl fark etmemişim?
Gerçi bugüne dek fark edemediğim onca şeyin arasında bu ne kadar önemlidir, inanın kestiremiyorum. Aslında ihtiyacımız olan; bakmak değil görmek, duymak değil dinlemek biraz sanki… Farklı yüzler görüyorum hızlı adımlarla oraya, buraya doğru koşturan ama ekseriyeti mutsuz gibi görünüyor bana… Muhtemelen yine havaya bağlayacağız bu muhabbetin sonunda tüm karamsarlığımızı ama aslında hiç de öyle değil, biliyoruz…
İşte bu düşüncelerle adımlarken; istemsizce gözlerimi kapamış olduğumu, ayağımın takıldığı kaldırım vesilesi ile fark etmiş oldum. Hafifçe gülümsedim kendime; zira bir şeyler düşünürken ya da canım çok sıkılınca gözlerimi kapama huyundan vazgeçemedim bir türlü. Gözlerimi kapatınca kimse beni görmüyor zannediyorum hala ya da buna inandırmışım kendimi; zira “öyle demişti annem!” diye iç sesimle muhabbet ederken, aslında gitmek istediğim yere değil de kalp hafızamın tam da ortasına doğru ilerliyor olduğumu, yine çok sonra fark ediyorum.
Beş çocuklu bir ev, yaşları ben hariç birbirine yakındır bizimkilerin. O sebeple ben biraz yalnız kalmışım ve haliyle yalnızlığın verdiği aksi bir yanım vardı hep. Hoş, hâlâ da çok sakin sayılmam ya, neyse…
O zamanlarda kendime en yakın hissettiğim kişi sanırım evimizin en yaşlısı olan rahmetli babaannemdi. Evimizin en prestijli yeri, babaannemin kareli battaniyesini serip oturduğu, sobanın hemen arka kısmıydı. Sıcaklığın en hoş hali tam da burada hissedilirdi; zira O’nun tecrübesi ile bulduğu bu noktada, sıcaklık yakmayacak derecede olurdu. Okul dönüşü dizlerine yatar, bozuk şivesi ile söylediği “makaram sarı bağlar, kız söyler gelin ağlar!” türküsünü dinlerdim, yemenisinden sarkan kınalı beyaz saçlarını izlerken…
Buruşuk elleri ile saçımı okşardı; ben “bi daha söylesene babaanne!” derdim dalga geçmek için. O ise hiç bozulmaz, tekrar tekrar bıkmadan, usanmadan mırıldanmaya devam ederdi. Nerden bilecektim şimdi bu türküyü her dinleyişimde, o buruşuk ellerinin sıcaklığını başımda hissedeceğimi…
Annem de, babaannemin bu özel alanında giydirirdi hepimizi sırayla üşümeyelim diye... Birimizi giydirirken gözlerimizi kapattırırdı ama her defasında sorun olurdu bu aramızda. Ben en küçük olduğumdan pek umursamazlardı beni ve onları ikna edene kadar asla giyinmez, her defasında annemi bezdirirdim! Ne onlar vazgeçerdi inatlarından, ne de ben mücadelemden. Zira bu benim için varlığımı onlara kabul ettirme mücadelesiydi.
Annem bir defasında, artık inadıma ve söylenmelerime dayanamayacak olacak ki; çaresizlik içinde kendince bir çözüm üretmiş ve kulağıma sessizce: “Oğlum onlar kapamıyorsa sen kapa gözlerini; kimseyi görmezsin o zaman!” diye fısıldamıştı. Aslında bu önermenin mantık açısından doğru ama özünde çok saçma olduğunu biliyordum ama annemi daha fazla üzmemek için kabul etmiş ve kapamıştım gözlerimi… Abilerimin kıkırdamaları arasında üşüyen bacaklarımı pijamanın içine sokma çabamı net olarak hatırlıyor, hatta o anlarda hissettiğim garip duyguyu şu an tekrar yaşıyor gibiyim! Ne çok istiyordum büyümeyi o dönemlerde. Şimdi büyüdüm ama hala içimde büyümeyi bekleyen; varlığını, sesini bir türlü duyuramayan, gözleri kapalı o çocuk yaşıyor…
İşte o günlerden miras bana bu gözleri kapama hikâyesi… Sanki gözlerimi kapadığımda tıpkı eskiden olduğu gibi tüm bu kirlenmişliği görmeyecek, haberdar olmayacak, fark etmeyecekmişim gibi geliyor. Olmayacak biliyorum ama alışkanlık işte bizimkisi…
Kibir, riya, nefret kaplamış her yanımızı… Çeşit çeşit maskeler altında yüzlerimiz; nereye ne lazımsa çıkarıp bir çırpıda takıyoruz. Bir bataklıkta debelenmeye çalışıyoruz sanki ve bu sebepten mutsuzuz… Ağlamayı unuttu gözlerimiz, etrafımızda yaşanan onca acıya rağmen. Açlık ve zulüm altında, binlerce kardeşimiz… Hatta hemen yanı başımızda ne hikâyeler yaşanıyor, gerçekten gözlerimizi kapadığımız! Sanki bir şeyleri çekip alıyorlar içimizden ve farkına bile varamıyor, alışıyoruz her şeye…
Kirleniyoruz, kirleniyor yeryüzü… Neyse, şükür ki yağmur her defasında yıkıyor yeryüzünü…
Peki ya bizim kalbimiz nasıl arınacak kirlerinden? Sanırım bir yağmur da bize lazım; hıçkırıklara karışan, şöyle en fırtınalısından… Bolca yağmalı ki, yağmurdan sonra gönlümüz de bolca ferahlasın!