Hartum’un Sudan’da göreceğim son düzenli şehir olduğundan habersiz şehri gezdim. Müzede suların altında kalmaktan kurtarılan tapınakların duvarları, dev firavun heykelleri ve tozlu kolyeler. Tarihi resimler ve hiyerogliflerle anlatan duvara yaklaşıp hayat anahtarı Ank’a dokunarak “Konuş ey taş” diye geçmişe seslendim.
Çölde her şey yalnız. Çadırıma giren topal çekirge, yarısı toprağa gömülü sütun başları, kayalara kazınmış yazıtlar, mezar hırsızlarına yenik düşen onlarca piramit, mumyanın kaybolan eli, Hacer ve ben. Yıldızlar batmadan bir mızrak boyu önce, çöl konuşurken aklımı susturdum. Gündüz görünmeyenler vardı ama ne “in”diler ne de “cin”. Kumun kaldığı yerden alevler anlatmaya başladı siyahi firavunların hikayesini.
Hartum’un Sudan’da göreceğim son düzenli şehir olduğundan habersiz şehri gezdim. Müzede suların altında kalmaktan kurtarılan tapınakların duvarları, dev firavun heykelleri ve tozlu kolyeler. Tarihi resimler ve hiyerogliflerle anlatan duvara yaklaşıp hayat anahtarı Ank’a dokunarak “Konuş ey taş” diye geçmişe seslendim. Binlerce yıldır tapınağı bekleyen akrep başlı tanrıça yine aynı yöne boş boş baktı binlerce yıldır durduğu yerden. Batıda ölüm tapınağı, doğuda yaşam. Horus şahin olup uçtu Nil’in üstünde. Kanadının rüzgârı kutsal suları dalgalandırdığında bozuldu büyücülerin sihirli muskası.
Memlük etkili mimarisi ve Fatimi stili minareleriyle Osmanlı yadigârı olan camii Hartum’a çok yakışmıştı. Dervişler bahçenin bir köşesinde ağaçların serin gölgesine sığınmış namaz vaktini beklerken diğer bir köşede toprak küplerde saklanan suyu küçük bir maşrapayla alıp az az kullanarak abdest aldı iki kadın. Sütunlar arasında sadece camiyi süpüren bir adam vardı.
Ters Akan Nehir
Nil bereket ve hayattı fakat iki nehir kucaklaştığında suları birbirine karışmadı. Mavi Nil’in çamurlu suyu Beyaz Nil’i henüz bulandırmamıştı. Tam da bu noktada balıkçılar oltalarını suya salladı. Nehrin üstündeki tek gezi motoru bizimkiydi. Aylardır sakindi Sudan. Siyasi değişimler, kuzey ve güneyin birbirinden ayrılması onu yalnız bırakmıştı. Askeri bölgelerin ve halkın fotoğrafını çekmemem için devamlı uyardı rehber. Ülkenin fakirliğinin ve derbederliğinin gözükmesini istemiyordu devlet. Oysa ben sıcak bir el uzansın diye her köşeyi kaydetmek istiyordum.
İngiliz mahallesini geçip bir devre müritleriyle beraber Sudan’ı özgürleştiren Mehdi’nin türbesine gittim. İngiliz komutan Gordon Paşa’nın intikamını almak için mezarı açılıp kemikleri Nil’e atılmış, daha sonra ise kafatası Londra’daki bir müzeye göndermişti. Sömürge yönetimine karşı ayaklanan, Mehdilik hareketinin kurucusunun sonu hazin kabri boştu.
Mevlit Kandilinde Sudan
Hava kararmadan önce mezarlıkların arasından geçip dervişhaneye vardım. Yeşil cüppeli genç ihtiyar meydanda toplanıp geniş bir halka oluşturmuştu. Kalp vurdu “la” bir yerde bir gökte, kalp bir daha vurdu “ilahe” ve nefes söndü. “İllallah” şeyh asasını salladıkça dalga dalga kabarıp indi başlar. Kadınlar arkada renkli örtülere sarılmışlar kiminin yüzü kapalı kiminin açık. Kum havalandı ayaklar yere vurdukça ...
Sabah erken saatlerde içecek kutularını buzla doldurup dört jip yola çıktık. Biri malzeme doluydu. Soğuk içecekler, meyve, haşlanmış yumurta, peksimetler, kahve için kaynar su, bidonlarca mazot… Çölde unutulan tapınakları ve piramitleri geziyorduk ve bizden başka turist yoktu. Yüzlerce yıl Mısır’ı yöneten siyahi firavunların adı yazıtlardan bile isteye silinmişti.
Bir tapınağın duvarlarında büyüyle düşmanlarını bağlamış firavunlar, adalet tanrıçası kanatlarını açmış elinde hassasiyetini temsil eden bir tüy, sütunlu salon ve kırık taht derme çatma bir kapının arkasına saklanmıştı. Mavi lotusun kutsallığına inanan bekçi gururla poz verdi tapınağın önünde. Apedemak Tapınağı’nda ise aslan başlı bir yılan başını kaldırmış, duvara kazınan kral ve kraliçede aynı boyuta resmedilmişti. Bu onların gücünün eş olduğunu simgeliyordu. Sütunları süsleyen onlarca hikâye, her işaretin her çizginin üstüne yüklenmiş onlarca anlam saklıydı çözemediğim ve bir zamanlar tapınakta biriktirilen altınlar sadece ama sadece tanrının kanını beslemek içindi.
Naqa kalıntıları tamamen yeryüzüne çıkarılamamıştı, tepede firavunun eşlerine ait ebelerin bulunduğu bir doğum köşkü ince işlemeleriyle diğer yapılardan daha zarif ve daha kadınsı çölde unutulmuş kambur bir kadın gibi omuzları çökmüştü.
Vaktiyle bir Kuşit şehri olan Musavvarat’ta tapınak kalıntılarını arasında dolaşıp öğlen yemeği için bir ağaç gölgesi aradık. Bütün gün çöl ısınıp alev topuna dönmüştü.
Karanlık düşerken vardık kampa. Çadır gecenin serinliğine kavuşamamış hâlâ güneşin sıcağını içinde taşıyordu. Yatağım fırın, beyaz çarşaflar alev. Karanlıkta üstüme konan tüm kanatlılara rağmen dışarı attım kendimi. Gece üstüne ay ve yıldız işlenmiş siyah bir kadifeydi. Uzakta piramitlerin silueti belli belirsiz görünüyordu. Belki de varlıklarını bildiğim için gördüm onları.
Günün ilk ışıklarıyla böğüre böğüre uyandı develer. Soğuk lal renkli kerkedi suyundan içip kendime geldim. Dün gece teneke depodan incecik akan, güneşten ısınmış suyun serinlemiş olmasını dileyerek çıktım çadırdan. Kahvaltı sonrası develere binip nekropole doğru yol aldık.
Piramidin zirvesinde toplanıp onları sonsuz hayata taşıyacak olan güneş enerjisinin kabir odasına ulaştığına inandı firavunlar. Mısır takvimindeki gün kadar, üç yüz altmış beş adet uşeptiyi (Antik Mısır’da ölünün yanına koruması için veya öteki dünyada hizmet etsinler diye uşepti adı verilen heykeller bırakılır.) – ki her gün biri hizmetlerinde bulunacaktı, faytonlarını, servetlerini ve hatta en sevdikleri güçlü kuvvetli atlarını bile yanlarında götürdüler. Güneş doğduğunda piramidin sıvaları içine konan kök boyalarından dolayı mücevher gibi parladı Kuzey Nekropolü. Köylüler korkuyla titredi firavunların kudretinden. Küçük piramitler hırsızları kandırmak içindi ama toprağın içinde huzurla yatan tek bir firavun dahi kalmadı. Kurak çölde sadece mor çiçekli adem elması büyüdü. Hayvanlar bile zehirli olduğundan dokunmadılar ona, akrepler yollarını değiştirdi.
Okulda sıralara dizilmişti çocuklar. Sağ taraf kızlarındı, sol erkeklerin. Birkaç kitap vardı sınıfta. Tuvalet bahçede tuğlayla ayrılmış toprak bir delikti ve dört duvardan ibaret bu okulda çocukların yüzleri bir öğretmene sahip oldukları için gülüyordu. Bizimle beraber Kur’an okudular, belki de biz onlarla... Ayakkabısız çocuklar top oynuyordu bir köşede. Kaleleri iki patlak tekerlek. Yamuk yumuk topa gözbebekleri gibi iyi bakıyorlardı. Eskiyeni bir köşeye atıp yenisini isteme şansları yoktu çöl çocuklarının. Bu okulda kaldı kalbim. Koç heykellerinin koruduğu Amon Tapınağı zihnimden silinip gitti. Oysa kutsalların kutsalı tanrı heykelinin saklandığı bakır kapının mührü en son yüz yıllar önce kırılmış, kimselerin giremediği odanın duvarları yıkık ve özenle korunan tanrı kayıptı. Sadece birkaç kertenkele geziyordu kaidenin çatlak deliklerinde.
Bir Parça Çalının Kıymeti
Şoförler araçları durdurup son tuvalet yeri dediler. Kuma bastığımda çevremde iki kocaman kaya parçasından başka bir şey yoktu daha sonra saatlerce yolları nasıl bulduklarını anlayamadığım uçsuz bucaksız çölde rehberin aracını takip ederek ilerledik. Arkasına saklanacak ne bir çalı vardı ne de bir kaya parçası. Bir toz bulutuyduk dünya yüzüne düşen. Hacer gibi çölde yalnızdık.
Çölde bir kuyu, yıpranmış kalın dallara bağlanmış bir makara ve iki eşeğe binmiş bıyıkları terlememiş oğlanlar... Önce biri sonra diğeri çekti içi su dolu deri kırbayı. Beş altı yaşında ki kızlar sıkı sıkı tuttu kesik bidonları. Birkaç lolipopa gülümsedi çocuklar. Sert bakışlı yaşlı adam ben arkamı döner dönmez şekeri çocukların elinden alıp cebine attı. Bir tane daha uzatıp Arapça “şeker” dedim. Daha önce lolipop görmemiş çocuk kağıdıyla azına soktu şekeri. Bu sefer açıp ellerine verdim sonra da ısınmış kumlara çöküp küçük kızın şekerle boyanmış tebessümünü seyrettim.