Sınırda düşman gözetleyen asker misali, Hakk’ın hudutlarının muhafızı olmak, her müminin tabii bir görevidir. Elbette herkesin görevi iktidarı ve imkânı kadardır. Ama hiç kimse bu görevden istisna tutulmamıştır. Bu görevi bize tanımlayan ise âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
Hayatımızda her şeyin bir sınırı vardır. Aşıldığı zaman ya da birileri tarafından tecavüz edildiğinde rahatsız olur, savunmaya geçer, mücadele eder ve hatta kimi zaman savaşmayı göze alırız. Öyle sınırlar da vardır ki uğruna canımızdan bile vazgeçeriz. Mesela kişiliğimizin sınırları vardır. Bu bizim mahrem alanımızdır. Kimseyle paylaşmayız ve kimsenin de çiğnemesine izin vermeyiz. Ailemizin mahremiyet sınırları vardır; kem gözlerden sakınır, her türlü saldırıya karşı malımızla canımızla siper oluruz. İçinde yaşadığımız vatanımızın sınırları vardır; din ve millet adına Allah yolunda uğruna şehidler veririz. Bu sınırların belirlenmesinde fıtratımız, aklımız, hislerimiz, nefsimiz, örfümüz, geleneğimiz ve daha nice başka sebepler etkili olmuştur. Bunların kiminde doğruya isabet eder ve kimilerinde de haddi aştığımız olur. İşte bu sebepledir ki, Rabbimiz rahmetiyle hemen her alanımıza yönelik kırmızı çizgilerimizin neler olduğunu bize haber vermiş ve bu sınırların aşılmamasını istemiştir.
Hakk’ın çizdiği bu sınırlara Kur’an-ı Kerim “Hududullah” adını verir. “Sakın bu hudutlara yaklaşmayın” (Bakara Sûresi, 2/229) diye de sık sık uyarır. Bu hudutların muhafazasını gerçekleştiren müminler de methedilir ve müjdelenirler. Bu sınırlardan maksat nedir? Şu hadis-i şerif bu sorunun cevabı gibidir:
“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu arâziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir…” (Buhârî, Îmân 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108.)
Allah’ın çizdiği sınırlar, özellikle haram (kesin yasak) sınırlarıdır. Bu sınırlara yaklaşmak bile tehlikeli görülmüştür. Bu sınırları korumakla sorumlu tutulmuşuzdur. Bu muhafızlık görevinde iki ana cephe söz konusudur: 1. Kendi nefsimize karşı ilâhî hudutları korumak, 2. Başkalarının delme ya da aşma girişimlerine karşı korumak.
İnsan, öncelikle kendi nefsine karşı bu sınırları korumakla sorumludur. Zira iç arzularımız, hırslarımız, menfaatlerimize aşırı düşkünlüğümüz zaman zaman bizi sınır tanımaz bir hale getirebilmektedir. Bütün sınır aşımları neticede bir zulümle neticelenir. Nitekim Âyet-i kerimede “Kim Allah’ın çizdiği sınırları aşarsa kendine zulmetmiş olur” (Talak Sûresi, 65/1) buyrulmuştur.
Bütün uzuvlarımıza yönelik kırmızı çizgiler belirlenmiştir. Dilimizin, gözümüzün, kulağımızın, el ve ayağımızın yaklaşmaması gereken bir sınırı vardır. Aklımıza ve kalbimize bile belli sınırlar çizilmiştir. Evet, yasak alanlar son derece sınırlıdır. Bu sınırlı alanların dışında oldukça geniş bir serbest alan söz konusudur. Sayısız ağaçlar içinde bir tek ağacın yasaklanması gibidir. Fakat gel gör ki insan, o bir tek ağaç yasağını korumakta bile zorlanmaktadır. İşte başarı, bu yasak ağaca diğer bir ifadeyle Hakk’ın çizdiği kırmızı çizgiye yaklaşmamaktır.
Bu çizgileri aşmamak her şeyden önce onların neler olduğunu bilmeyi gerektirir. Kendi öz nefsimizden başlamak üzere, aile hayatında, iş hayatımızda ve her çeşit ilişkilerimizde dokunulmaması gereken tehlikeli alanların civarında dolaşmamak selametimiz açısından son derece önemli görünmektedir.
İlahi hudut bekçiliği, kendimize karşı olduğu gibi başkalarının da bu çizgileri aşma girişimlerine dur diyebilmeyi gerektirmektedir. Allah’ın yasaklarının çiğnendiği ortamlarda engelleme imkânı olduğu halde seyirci kalmak ya da tepkisiz bir tutum sergilemek, ilahi laneti ve gazabı gerektirecek bir cürümdür. Toplumların zulme maruz kalmalarında ve neticede helak olup gitmelerinde en önemli sebeplerden biri de budur. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
“İsrailoğullarından inkar edenler, Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlendiler. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü. İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü!” (Mâide: 5/78-79)
Hak dostları ve ârifler, Allah’ın kullarına karşı son derece müsamahakâr bir tutum sergilemelerine rağmen, Allah’ın haramlarının işlendiğini ve sınırların aşıldığını gördüklerinde son derece celallenir ve adeta çelikten bir iradeye dönüşürler. “Hakk’ın hatırı âlidir” diyerek, yerini, zamanını ve üslubunu gözetmek suretiyle ikaz ve irşadlarını mutlak surette yerine getirmeye çalışırlar. Şahıslarına yapılan haksızlıkları belki göğüslerler, affederler ve çoğu zaman üstünü örterler ve fakat Hakk’ın çizdiği sınırlar aşılırsa, asla ilgisiz ve tepkisiz kalmazlar. İşte bu hal, tam bir mü’min duruşudur. Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:
“Allah’ın sınırlarını gözetenler ile bu sınırları çiğneyenler, bir gemiyi paylaşanlara benzer: Gemi konusunda kura çektiler. Kimisine geminin üstü, kimisine de altı düştü. Geminin alt bölümünde bulunanlar, sudan almak istedikleri zaman, yukarıdakilerin yanına uğruyorlardı. Alttakiler ‘Biz payımıza düşen ambarda bir delik açsak, kendimize de onlara da zarar vermemiş oluruz’ dediler. Şayet bu üsttekiler alttakileri bu dilekleriyle baş başa bıraksalardı, hepsi yok olurdu. Fakat onların ellerini tutarlarsa hem kendileri kurtulur hem de onlar kurtulur.” (Buharî, şirket, 47/6)
Sınırda düşman gözetleyen asker misali, Hakk’ın hudutlarının muhafızı olmak, her müminin tabii bir görevidir. Elbette herkesin görevi iktidarı ve imkânı kadardır. Ama hiç kimse bu görevden istisna tutulmamıştır. Bu görevi bize tanımlayan ise âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.