Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç Hoca, İslam düşüncesi, din felsefesi, Tasavvuf, Anadolu irfanı, İbn Arabi, Mevlana v.b. gibi konularda çalışmaları olan bir isim. Ayrıca kadim hikmet öğretileri üzerine de akademik çalışmaları var. Türk ve İslam Eserleri Müzesi Başkanlığı görevinin yanısıra Siyasal Bilgiler çıkışlı olduğu için önemli diplomatik bir göreve de aday gösterildi. Son iki yıldır Yeni Şafak’ta “Gelenek” üzerine yazdığı yazılar verimli tartışmalara yol açtı. 15 kitabı var. Yeni çıkan “Şafak Yazıları”nı vesile ederek kendisi ile hatıralarını yazıp yazmayacağından sağlıklı dini eğitimi bugün nerede, nasıl alacağımıza kadar geniş kulvarda bir söyleşi yaptık.
Hocam İslam Konferansına Üye Ülkeler Parlamentolar Birliği Genel Sekreterliği görevinizi yeni nihayete erdirdiniz. Sizin için uzun ve aslında yorucu bir süreç olmuştur diye tahmin ediyorum, diğer taraftan da çok zengin hatıralar biriktirmişsinizdir. Öncelikle şunu sorayım: Hatıralarınızı kaleme almayı düşünüyor musunuz?
Eyvallah. Bu sorunuzla ilgili olarak çok sevdiğim değerli dostlarıma sordum, bir nevi nabız yoklaması yaptım. “Muhakkak yazmalısın” diyenler çoğunlukta. Fakat problem bende. Muhibbi olmakla şeref duyduğum Tasavvuf mektebi var ya, -bazen diyorum ah keşke tanımasaydım bu mektebi- işte o benim elimi kolumu bağlıyor. Tasavvufu tanımasaydım bilirdim yazacaklarımı, sallardım piyasayı (gülüyor).
Tasavvuf mektebi buna engel mi oluyor?
Tasavvuf mektebi diyor ki “Gör, geç.” Gör, geç, üstünde durma. Zira illallah, yani yalnız Allah var. Hayatta önem verilecek yalnız Allah var. Başka bir şey yok. Her şey fani. Ahiret bu alemden çok daha önemlidir. Burada ne olduysa oldu, boşver sen onları. Çünkü yazmayı düşündüğüm şeyler, özellikle de bu son 10 yılda yaptığım görevden devşirdiğim ana fikir, çok olumlu değil. Hem İslam aleminin geneli için konuşuyorum, hem de ülkem adına. Yaşadıklarım, karşılaştıklarım, tanıdığım -siyasetten ve siyaset dışından- insanlarla ilgili çok olumlu şeyler yazacağımı zannetmiyorum. Olumlu şeyler olmayınca da yazmalı mıyım, gibi bir tereddütteyim. Çünkü tasavvuf diyor ki “Kalıcı şeyler söyle. Kalıcı şeyler yaz. Öyle şeyler yaz veya öyle şeyler üzerinde yoğunlaş ki hem sana faydası olsun, hem okuyana faydası olsun, insanlar dua etsin. Gerisi dedikodu dünyası.” Rahmani tarafım böyle söylüyor.
Dedikodu kısmı değil de, hatıralarınız vesilesiyle bugünün İslam Dünyası’nı daha iyi anlamamıza yardımcı olmanız faydalı bir şey değil midir?
Şu an 60 yaşına yaklaşıyorum. 1-2 sene sonra 60 olacağız nasipse. Bu yaşadığım sürede benim hayatım çok hareketli bir hayat olmuştur. Hayat gerçekleriyle yüzleşmeye çok erken başladım. Yani bu son 10 yıllık yurtdışı diplomatik görevimin öncesinde de gerek gençlik dönemim, gerekse ilmi hayatım da basit ve silik olmadı. Çok dinamik oldu. Döneme şahitlik edecek birebir olayların içinde bulunmuş birisiyim. Gerek siyasi olarak, gerekse ilmi olarak.
Dönemin bazı önemli alimlerinden dersler okumuşum, Müslüman camialar ile dirsek temasım olmuş, birebir şahit olduğum olaylar olmuş, tanıdığım insanlar olmuş, onlarla ilgili yorumlar yapmam da iyi olur kanaatindeyim. Bundan dolayı ben yazacak olursam sadece bu son 10 yılı değil, bir bütün olarak hayat ve hatıratım şeklinden bir şey olacak.
Son yayınlanan “Şafak Yazıları” isimli kitabınızda FETÖ ve benzeri yapıların zararlı çıktılarına atıf yapıyorsunuz. FETÖ pek çok açıdan bizlere çok zarar verdi. Bunu belki 20-30 yıl sonra daha iyi anlayacağız. Zihinlerimiz karıştı, bulandı. Çünkü onbinlerce kişi bu yapılanmanın dini eğitiminden geçti. Diğer taraftan genel olarak cemaat ve tarikatlere karşı olumsuz bir algı oluştu. Şimdi biz bugünün gençleri olarak sağlıklı dini eğitimimizi nereden alacağız? Camiden, diyanetten mi? İmam hatipten mi? Var mı yok mu bilemediğimiz tekke ve dergahlardan mı?
Şimdi FETÖ olayını çok sağlıklı değerlendirmemiz gerekiyor. Meseleyi “Adam özel yetiştirilmiş bir ajan falan” deyip kestirip attık ve rahatladık. Olay bence o kadar basit değil. Bir kere Müslümanlar muhasebe yapmasını bilmeliler. FETÖ, yani Fethullah Gülen, Anadolu’nun Erzurum ilinden çıkmış, klasik manada dini eğitim almış, diyanette görev almış bir din görevlisi. Lakabı “Hocaefendi”. Yani zırcahil bir adam değil. Kendine bağlı insanlar vardı, cemaati vardı. Yani bağlılarını dini açıdan tatmin ediyor muydu, ediyordu ki o kadar sayıda seveni vardı. Vaazlarını, kasetlerini binlerce insan dinliyordu.
Bendeniz bu olayı daha çok tasavvufi açıdan yorumlayan birisiyim. Diğer faktörlere de hiç yok demiyorum. O tasavvufî yorumu merkeze alırsak Fethullah Gülen denen “hocaefendiyi” kaybetmemizin sebebinin tamamen nefsanî olduğunu düşünüyorum. Kemal noksanlığı, tevekkül noksanlığı, “lafaile illallah” mertebesini tatmama. O mütevazi duruşunun ardında müthiş bir ene, ene, ene; ben, ben, ben vardı. “Ben var ya ben… Benim İslam’ım en temiz İslam’dır. En çok ben biliyorum. Diğerleri var ya, diğerleri sapık yollarda. Doğru yol benimki. Benim İslam’ım bu ülkeye hâkim olursa insanlık felaha erer.” Mesiyanik hülyalar da buna tuz biber. “İnsanlar beni bekliyor” düşüncesi. İkbal, hırs, ele geçirme çalışmaları… Tamamı da tasavvufun zemmettiği noktalar.
Tabi Gülen’deki bu duyguları tahrik edecek dışsal unsurları da değerlendirmeye dahil etmek lazım. Maalesef ülkemizi yöneten geçmiş zihniyetlerin, özellikle Kemalist anlayışın bu düşünce tarzına yakıt verecek malzemeleri de oldu. Dindarlara yapılan baskılar, orduya namaz dahi kılan insanların alınmaması gibi. Yani Türkiye’deki 1930 sonrasında oluşturulan siyasi mekanizmanın dine karşı aldığı tavırlar, Türkiye’deki bazı siyasal dini yükselişlerin de müsebbibidir aslında. Bunu kimse cesaretle söylemiyor. Ben bunu yazdım da. İki hareket, birisi siyasal dini hareket, diğeri de Kürtçülük hareketi, Kemalizm’in çocuklarıdır.
Kitapta geçiyordu. Cumhuriyetin en büyük iki probleminin din ve etnisite olduğunu, diğer meselelerin tâlî olduğunu ifade ediyorsunuz.
Evet söyledim bunu. Dindarları ve Kürtleri yok saydı devlet. Hitler’in “Yahudi ırkı yoktur” demesi gibi bir şey bu. Hitler’in tavrı İsrail’i doğurdu. İsrailliler dua etmeli Hitler’e. Bizdeki böylesi katı tutum da siyasal dini akımları ve PKK belasını doğurdu. 70 yaşındaki bir nineyi askeriyede torununun yemin törenine almazsanız, “Başını aç öyle gir” derseniz siyasal İslam’ın zirve yapmasını sağlamış olursunuz. Başka müsebbib aramasınlar. Bu açıdan İmparatorluk döneminin bütünleştirici ideolojisine karşılık Kemalizm bu ülkenin bütünlüğünü parçalayan ve yıkan kökü dışarıda yabancı bir ideoloji olmuştur. Bugün dahi ülkemizin yaşadığı en derin sorunlar bu ideolojinin yarattığı bu türden suni sorunlar kökenlidir.
Peki, soruyu yinelemek isterim, biz bugünün gençleri olarak sağlıklı dini eğitimi nereden, nasıl alacağız?
Aziz kardeşim, gelenek nasıl bu işi çözmüşse, 7-8 asırdır bu toprakların İslam geleneğinde nasıl olmuşsa, ben bazı tadilatlarla beraber onu öneririm. Onun ötesindeki modernist yaklaşımlara çok sıcak bakmıyorum. O da şöyledir. Bir kere her şeyden evvel, dinin ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Geleneksel dini eğitim kurumları medreseler ve tekkeler olarak ikiye ayrılmıştır. Fakat her ikisinde de bir hedef birliği vardır. Yani her ikisi Allah’ı tanıtmanın gayesinde, birisi manevi basamaklarını, diğeri de o manevi basamaklara giden yolun zahiri gerekliliklerini öğreten; birbirine rakip değil, adeta birbirini tamamlayan iki kuruluş halindeydi. Ve bu iki kuruluşun etrafa yaydığı ilim, hayat tarzı, dünyayı anlama biçimi herkes ve her kesim tarafından hatta sokak tarafından dahi alınırdı. Bu şekilde de en ücra köşelere yayılırdı. Böylece bir yaygın eğitim kurumuydu bu yerler.
Bazı ülkelerde olduğu gibi din, sadece din adamlarının ilgilendiği bir hususi alan olarak kalmaz, oralarda üretilen yüksek bilgi derece derece toplumun her kesimine yayılırdı. Eğer bugün siz Anadolu’yu ve Balkanları bir şeklide kuşatabilmişseniz, Yahya Kemal’in o meşhur “Biz Viyana kapılarına bir elimizde bulgur pilavı, bir elimizde Mesnevi’yle gittik” ifadesinde vurguladığı gibi, irfan ve samimiyetle ancak toplumu kuşatabilirsiniz. Ama siz medreselerinizi “İslam sadece hukuktan ibarettir” hatta “İslam ceza hukukundan ibarettir” gibi birtakım yorumların hakim olduğu bir savcılık ve avukatlık bürosu haline getirirseniz oradan mezun olanlar değil toplumsal barışı kendi bireysel barışlarını dahi sağlayamayacak problemli şahıslar haline gelirler. Nitekim olan budur.
Yani siz gelenekteki medrese ve tekke birlikteliğini, o öz haliyle bugüne taşımayı öneriyorsunuz. Biraz somutlaştırabilir miyiz?
Medrese ve dergah modelinin asli ve gelenekteki sahih hâli ile olanı tavsiye ediyorum. Zaten işin aslında ikisi, hatta üçü bir ve aynı bina içerisinde idiler. Cami – Tekke – Medrese aynı bina altında 3 fonksiyon idi. Aynı üniversitenin 3 fakültesi gibi. Böylesi bir medrese derken benim zihnimde Davud el-Kayseri’nin İznik Medresesi modeli var. Tekke derken de mesela Rusuhi Dede’nin, İsmail Ankaravi Dede’nin faaliyette bulunduğu bir Galata Mevlevihanesi gibi örnekler üzerinden konuşuyorum. Yoksa günümüzdeki, Afganistan’daki Vahhabi Taliban medreselerinden veyahut da “Ben Mehdiyim. Ben kutbum. Benim sağ elimi öperseniz şu cennete girersiniz, sol elimi öperseniz şu cennete girersiniz” diyen birtakım şeyh müsveddelerinin icra-ı faaliyette bulunduğu sözümona tekkeleri kastetmiyorum. Zaten eğer oralara giderseniz hiç birinde hak ve hakikat sohbeti yapılmadığını, vakıfçılık, dernekçilik v.b. gibi sosyal kulüpçülük yapıldığını görürsünüz.
Peki sizin bu kastettiğiniz aşkın ve muhabbetin kaynağı olan tekke ve dergahların bugün o aynı sahih duruşuyla örnekleri var mı? Devam ediyor mu?
Belki vardır, ama adı dergah olmayabilir.
Peki nasıl alacağız o sahih duruşu?
Ağlamayana emzik verilmez. Çocuk ancak ağlarsa emzik verilir. Sizce çocuk ağlıyor mu?
Bugün öyle bir mekanı bulamıyorsak ne yapacağız?
Geleneğin inşası, geleneksel değerlerin ve düşünce sisteminin inşasından sonra gerçekleşir. Eğer siz yeniden aşk u muhabbet derslerinin yapıldığı yerleri ihya edecekseniz önce müfredatını alacaksınız. Mesela İznik medresesi modeli verdim değil mi? İznik medresesinde hangi dersler okutuluyor söyleyeyim size. Muhyiddin İbn Arabi’nin Fususu’l Hikem’i şerh ediliyor. Medresede oluyor bu, tekkeden bahsetmiyorum bile. Şerh eden kim? Davud el-Kayseri. Veyahut Konevi’nin Miftahu’l-Gayb’ı şerh ediliyor. Şerh eden kim? Mola Fenari. Osmanlının torunları iddiasında olan bugünkülerin müfredatı ise bu çizgiden fersah fersah uzak. Riyad Şeriat Fakültesi’nin müfredatını izliyor torunlar. Anlatabiliyor muyum aradaki farkı?
Medresede yüksek metafizik okutuluyor. Tekke ve medrese insanı aynı hedefe götürüyor bir anlamda.
Görüldüğü gibi gelenekte yüksek metafizik, yüksek felsefe, yüksek hikmet derslerinin yapıldığı yerlerdi buralar. Ama şimdi “nasara yensuru” çekilen yerlere medrese deniyor. Ben onlara medrese demiyorum, onlara lisan kursu diyorum. Birçok lisan okulları var ya, İngilizce öğretiyorlar, Fransızca öğretiyorlar, bazısı da Arapça öğretiyor işte. Arapça öğretim merkezleri bugünün medreseleri. Kur’anı anlama derslerinin yapıldığı yerler değil, sadece güzel okumanın öğretildiği yerler.
Osmanlı’da bu kadar Kur’an Kursu yoktu, onu söyleyeyim. Osmanlı’da medrese vardı, tekke vardı ama Kur’an Kursu yoktu. Sahabenin çoğu hafız değildi. Hafızlık çok yüce bir makam. Eyvallah. Kur’an’ı güzel tilavet etmek güzel bir şey. Eyvallah. Ama Kur’an-ı Kerim’i güzel tilavet etmeyi o kadar öne çıkardık ki, ruhunu kaybettik. Ben araçlarda takılmadan bizi Allah’a yaklaştıracak aşk u muhabbeti esas gaye yapmayı öneriyorum.
Müesseselerin devamlılığı ruhladır. Davud el-Kayseri’nin medresesinin ruhunu arıyorum ben. O ruh da müfredatındadır. Bugün İlahiyat Fakülteleri’nde, İmam Hatipler’de ve gerek ülkemizde veyahut da diğer İslam ülkelerinde medrese adı altında açılmış yerlerde eğer böyle bir eğitim veriliyorsa başım gözüm üstünde. Ama az evvel söylediğim gibi alet ilimleri, yani araç ilimleri amaç olarak öğretiliyor ve amaç ilimleri öğretilmiyorsa hatta amaç ilimleri bidat görülüyorsa, küfür görülüyorsa orada sorun zinciri başlar. Bize hikmet ve irfan dersleri gerekiyor azizim. İhtiyacımız olan bu. Bunu nerede buluyorsanız oraya koşun derim.