Sesimizi herkese duyurmak ve insanların tamamına ulaşmak gibi bir mecburiyetimiz yok. Bu zaten mümkün de değil. Eğer bu yanılgıdan kendimizi kurtaramazsak, hem vaktimizi boşa harcamış olacağız, hem de sözümüzün kıymeti buharlaşıp gidecek. Bu nokta, şu fani dünyada gerçekten kalıcı eserler bırakabilmenin ve hikmetle konuşabilmenin birinci şartı, olmazsa olmazı.
Sözün haysiyeti ve tesirinin muhafazası bakımından, yaşadığımız çağın en önemli hastalığı belki de “hadsizlik”tir. Hadsizlik, yani sınırları tanımama, nezaketi hiçe sayma, yekdiğerinin varlığına saygı duymama, meselelerin uluorta tartışılması, ihlal edilmeyen hiçbir özel alanın kalmaması, cehaletin bir tür övünce dönüşmesi, herkesin her şeyi konuşması, herkesin her şeyle ilgilenmesi, herkesin her şeye burnunu sokması… Tüm bunların hepsi hadsizliğin anlam ve kavram çerçevesine dâhil.
Böyle bir ortamda, serdedilen fikirlerin de kıymetinin bilinmemesi, sözün yere düşmesi ve çamura bulanması kaçınılmaz. Hak ve hakikat ehlinin, sözün haysiyetini koruma adına daha da titiz davranması gereken günlerden geçiyoruz. Yerinde ve zamanında konuşmak, sözü bağlamından koparılabilecek şekilde çok anlamlı biçimde söylememek, muhatapların idrak seviyesini gözetmek, umuma açık konuşmalarda her bir harfi tartarak cümle kurmak, öfke ve hamaseti coşturmaya odaklanmamak, tarafgirliğe sapmamak, hakikatten zerre miktarı ayrılmamak gibi zaten bildiğimiz birçok önemli kural, günümüzde daha da hayatî hale gelmiş bulunuyor.
Tarlanın her adımı mayınlarla dolmuşken, sosyal medya ve internetin imkânlarını kullanarak kitlelere dini meseleleri anlatmak da, adeta alev dolu bir çukurun üstüne gerilmiş bir ipte yürümeye benziyor. İnsanların ilgisini çekeyim derken ağızdan öylesine çıkan kelimelerin vebalinden tutun, her türlü algı seviyesinin ve üslupsuzluğun kontrolsüzce gezindiği ortamlara ‘emanet’ edilen ilmî hakikatlerin hazin akıbetine kadar, sözün kıymetinin heder olduğu sayısız örnek gözlerimizin önünde.
Sosyal medya ve teknolojinin sağladığı imkânlarla insanları “irşat” derdine düşen hocalarımızın, akademisyenlerimizin, kanaat önderlerimizin vb. karar vermeleri gereken bir nokta var: Hedefleri olabildiğince fazla insana seslerini duyurmak mı, yoksa aklı başında kadrolar yetiştirerek onların toplumu sessiz ve derinden dönüştürmesine çalışmak mı? Bu soru o kadar önemli ki, sözümüzün kıymeti ve değeri de tamamen bunun cevabına bağlı.
Sahaya baktığımızda, kâhir ekseriyetin “Sesimi mümkün olan en fazla insan duymalı” derdine düştüğünü görüyoruz. Böyle olunca ağızlardan çıkanı kulakların duymadığı, doğrularla yanlışların birbirine karıştığı, “çok söz yalansız olmaz” fehvasınca hakikate sadakatin azaldığı, masum sohbetçiklerin yolun sonunda bir tür “sahne şovu”na dönüştüğü bir manzarayla karşı karşıyayız.
Herkes sosyal medyada. Herkes “YouTube kanalı” açmış. Herkes, özel hayatını kamuya pazarlıyor. Herkes anlık canlı yayında. Herkes konuşuyor. Herkes ahkâm kesiyor. Herkes mensup ve tebaa devşirme derdinde. Herkes kamuoyu huzurunda boy gösterme ve şöhret peşinde. Peki, hakikat nerede? Hikmet nerede? Tevazu nerede? Sükûnet ve sekînet nerede? Tefekkür ve tezekkür nerede? “Şöhret afettir” derinliğini idrak nerede? Bu sorular üzerinde düşünecek kafa nerede, zaman nerede, istek nerede?
* * *
Öncelikle şu yanılgıdan kurtulmamız gerekiyor: Sesimizi herkese duyurmak ve insanların tamamına ulaşmak gibi bir mecburiyetimiz yok. Bu zaten mümkün de değil. Eğer bu yanılgıdan kendimizi kurtaramazsak, hem vaktimizi boşa harcamış olacağız, hem de sözümüzün kıymeti buharlaşıp gidecek. Bu nokta, şu fani dünyada gerçekten kalıcı eserler bırakabilmenin ve hikmetle konuşabilmenin birinci şartı, olmazsa olmazı.
İkinci olarak, sükûtu seveceğiz. Her konuda konuşma ve fikir beyan etme mecburiyetinde olmadığımızı, bilmediğimiz meseleleri bilenlere havale edebilmenin güzelliğini, bazen konuşarak değil susarak mesaj verilebileceğini idrak etmemiz şart. Çoğalan metanın ücreti nasıl düşerse, yerli-yersiz sürekli konuşan kişinin de sözlerinin kıymeti kalmaz. En hikmetli cümleleri bile kuruyor olsanız, arada es vermezseniz, tesir yok olur gider.
Tutarlı bir amelle sözü desteklemek de, yine kıymet artırıcı işlerdendir. Günümüzde artık epey azalan söylem-eylem birlikteliği, bizim mayamızda ve hamurumuzda mevcut oysa. Söylediğimiz sözlerin muhataplarımızın yüreğine gitmesi, bizim samimiyetimizle ve söylediklerimizi hayatımıza geçirme oranımızla yakından ilgili. “İnsanlara iyiliği emredip kendimizi unutmak”, Yüce Kitabımız’da kınanan ve yerilen işlerden bir tanesi. Gerçekten de, başkalarına sadece direktif veren ama kendisini o şeylerle mükellef tutmayan insanlar, ne kadar yaldızlı konuşurlarsa konuşsunlar, bereket havuzundan içemezler.
Ve son olarak, sabırla hareket edip insanlardan hiçbir beklentiye girmemek de olmazsa olmaz bir kaide. İnsanlık tarihinde kendilerine tek bir beşerin bile iman etmediği nice peygamberler gelip geçmiştir. Onlar tebliğlerini yapmışlar, vazifelerini yerine getirmişler, insanlardan yana hiçbir beklentiye kapılmadan, mütevekkil bir kalple rablerine dönmüşlerdir. Kur’ân’da peygamberlerin dilinden aktarılan “Ben sizden hiçbir ücret / karşılık istemiyorum. Benim ücretim / karşılığım, Âlemlerin Rabbi Allah katındadır” hikmetinin manası tam da budur. Biz de anlatırken doğruyu anlatacağız, zamanı-zemini kollayacağız, hikmetle konuşacağız, ama insanlardan hiçbir şekilde karşılık beklemeyeceğiz. Anlatırken, konuşurken ve yazarken tek amacımız olacak: Rabbimizin bizden razı olması.
* * *
Kitlelere ulaşmanın -sözde- kolaylaştığı günümüzde, yakın ve uzak çevremizdeki laf kalabalığına kulak kesilelim. Çoğundan, sadra şifa neticeler çıkmadığını üzülerek göreceğiz. Milyonların izlediği nice “sohbet” sadece vakit kaybıdır. Yüz binlerin hayran olduğu nice “adam”ın kendine bile hayrı yoktur. Ömürlerin geçtiği nice kurumlar vardır ki, insanları öğütmekten başka bir işe yaramaz. Buralara “şahsiyet değirmeni” benzetmesini yapsak yeridir.
O halde, tekrar kendimize, kalbimize, dilimize, gözümüze, kulağımıza dönme vaktidir. Gözün gördüğü, ağzın konuştuğu, kulağın işittiği, elin kavradığı, ayağın uğruna yol teptiği her şeyi yeniden sorgulama vaktidir. Gönlümüze fayda vermeyen ve bize yük olan şeyleri usulca bir kenarda sırtımızdan indirme ve yola öyle devam etme vaktidir. Çetin hesapta mahcup olmadan önce, kendimizle derinlemesine hesaplaşarak, doğruyu yanlıştan kesin bir şekilde ayırma vaktidir.
Başka türlü, içine yuvarlandığımız şu bereketsizlikten, dağınıklıktan, parçalanmışlıktan, sığlıktan ve kofluktan kurtulmamız da mümkün olmayacak.