Aman ya Rabbi!.. Yaşanmış hatıraları gözlerim büyüye büyüye dehşetle okuyor, alakalı zabıtları inceliyor, fotoğraflara ürpererek bakıyordum. Kitapta, anlamını bilmediğim çok fazla kelime var ama anlamadığım hiçbir şey yoktu.
1991-92 yıllarında, henüz 11-12 yaşında bir çocukken, babamın tavsiyesi ile Hasan Nâil Canat’ın romanlarını okumuş, Afgan-Rus savaşından konu edindiği Nur Dağındaki Çocuk ve Yaralı Serçe gibi kitaplarından çok etkilenmiştim. Öyle ki, Afgan dağlarındaki köylere baskın verip nice kadını, çocuğu yaşlıyı acımasız ve vahşîce katleden Ruslara karşı aşırı derecede kinlenmiş, bazı sayfaları ağlamaktan okuyamamıştım.
O günlerden birinde, evde, babamla bu kitaplar ve içerisinde yazanlarla alâkalı aramızda bir konuşma geçti. Yaşadığım üzüntü ve içimdeki nefretten bahsettim. Babam kalktı ve belki 2 binden fazla kitabın bulunduğu kitaplıktan bir kitap aldı ve “-Bir de şunu oku bakalım o zaman!” diyerek onu bana verdi: Moskof Mezâlimi/Kadir Mısıroğlu
Başladım okumaya. Kitap, 12 yaşındaki bir çocuğun asla anlayamayacağı yabancı (!), eski (!) kelimelerle doluydu. Ama hayret! Satırlar su gibi akıp gidiyor, sayfaları git gide büyüyen merak, dehşet ve ibretle bir biri ardınca çevirip duruyordum.
Okulumda, bana, işgal yıllarında, Ruslar tarafından yurdum insanına yapılan zulümler, katliam ve işkenceler hiç anlatılmamış, hele hele belge ve fotoğraflarla gerçekliği kuşkusuz hâlde hiçbir şey arz edilmemiş, öğretilmemişti.
Aman ya Rabbi!.. Yaşanmış hatıraları gözlerim büyüye büyüye dehşetle okuyor, alakalı zabıtları inceliyor, fotoğraflara ürpererek bakıyordum. Kitapta, anlamını bilmediğim çok fazla kelime var ama anlamadığım hiçbir şey yoktu.
Bir zaman sonra babam sordu:”-Moskof Mezâlimi bitti mi?” “-O bitti de ben de bittim; nasıl bir kitapmış öyle o baba?!” dedim. “-Yok, daha bitmedi; ikinci cildi var onun; onu da oku!” dedi. Kitabın üzerindeki “1”i hiç fark etmemişim bile...
Sonra, bir çırpıda o “2”yi de okudum. Ardından, Ermeni Mezâlimi, Yunan Mezâlimi, aldı başını gitti... O vakit, Kadir Mısıroğlu’nun, evde bulunmasında sakınca (!) olmayacak ne kadar kitabı varsa okudum...
Artık kitaplardan ziyade yazara odaklanmış, onun kaleminden dökülen ne varsa okuma hevesim peydah olmuştu. Ama heyhat! Kadir Mısıroğlu’nun her kitabı, o zamanlar, öğrencilerine, onların millî ve manevi duygu ve şahsiyetlerini geliştirecek kitaplar okutan dindar bir Türkçe öğretmeninin her an baskın yeme ihtimâli olan evinde bulunmaya elverişli (!) değildi.
Aradan zaman geçti... Mısıroğlu’nun daha bir dünya olduğunu öğrendiğim kitap ve yazılarına dair kursağımda kalmış heveslerle, onun satırlarının ufkuma verdiği genişlik ile tarih ve hâdiselere bakışım şekillenmeye başlamıştı.
Okuduğum tüm okullarda, tarih derslerini hep Necip Fâzıl’ın, “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!” cümlesinin modunda dinledim; ki bu şuura ermemin müsebbibi Kadir Mısıroğlu idi.
90’lı yıllardı. Kitaplığımızdaki az sayıda kitabını defalarca okudum. Her bir kitabını bitirişimde, medyada, sağda-solda, hiç ortalıkta görünmeyen ve bundan dolayı geçmişte vefat etmiş olduğunu düşündüğüm “rahmetli üstad (!)” için bir Fatiha okuyordum.
Bunu, muhtemelen 2013’te, çok değerli bir dostum ile birlikte gittiğim bir ziyaretimde kendilerine anlattığımda, çok zaman olduğu gibi masaya eliyle vurarak ayağa kalkmış ve şöyle gürlemişti:
“-Bu bâtıl düzen değişmedikçe ölmeyeceğim Allah’ın izniyle! Ölmeyeceğim!..”
Aziz vatanımızda, kimi zaman inançlı insanlara çok fazla eza ve cefa verecek sıkıntı ve bunalımlar yaşanıyor olsa da zaman geçtikçe insanların, hedeflenenin (!) aksine dane olan alâkası artıyor, millet aslına rücu ediyordu.
Radyo ve televizyonun devlet tekelinden çıkması, fikir ve düşünce özgürlüğünün artık konuşulur hâle gelmesi ve mukabilinde internetin de dünyamıza girmesi sonucu hayatımızda çok fazla şey değişti.
Günün birinde bir baktım, bir sitede, Kadir Mısıroğlu’nun Avrupa’da bir yerde, Osmanlı Beyliği’nin ilk kez Avrupa kıtasına geçişini anlatmasıyla başlayan bir konferansı yayınlanıyor... Ne olur ne olmaz, kaldırıverirler internetten diye bir dünya not aldım o konuşmasından.
Sonra aklıma geldi, sordum, soruşturdum, yaşıyor! Kadir Mısıroğlu yaşıyor! Meğerse vatandaşlıktan çıkarılmış, Avrupa’da sürgün hayatı yaşamış ve afla geri dönmüş.
Benim için Kadir Mısıroğlu’na kavuşmak, artık onun kitaplarını okumak, konferans ve sohbetlerini dinlemek, ne bileyim, hani dille söylenmese de hâlle ifade edilmiş bir duanın kabul görmüş vaziyetini yaşamak gibi bir şeydi.
Düşünsenize; kendisine doyamadığınız bir sevdiğinizin yeniden dirilip dünyaya dönmesini yaşamak gibi bir şeydi benimkisi.
Onun satırlarıyla, fikirleriyle buluşalı 27-28 yıl olmuş. Çok eskisini bilen de yaşayan da var. Babam, meselâ; 1975’te Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Türkçe öğretmenliğinde okurken, konferans için onu dâvet etmişler.
Babam sunucuymuş. Mikrofon biraz aşağıda olduğundan, biraz eğilmiş, konuşurken. Müdahale etmiş üstad hemen:”-Delikanlı! Eğilme! Müslüman dik durur!”
Ömrünün başlangıcında ne ise sonunda da aynı olan gerçek bir dâvâ adamından söz ediyoruz.
Kadir Mısıroğlu’nun tarih başta olmak üzere kimi ilmî konularda ifâde ettiği fikirleri, ortaya koyduğu bilgi ve belgeleri tahlil edip değerlendirmeye tâbî tutacak bir ilmim, birikimim yok benim.
Ancak ondan aldığım en kuvvetli şuur şudur ki, ben dünyaya gözlerini yeni açmış, yeni yetme çocuk hüviyetinde değil, bir cihan imparatorluğu vârisi, dünyanın dört bir tarafına barış, adâlet, şefkat ve merhameti, insanlığı taşımış mübarek bir ecdadın torunu bir Türk’üm.
Türklüğümden kastım,-ki bunu da zaten net olarak bilmiyorum- kendimin Türk asıllı oluşuyla ilgili değil, Türklerin İslâm’a olan hizmetleri ve İslam’ın son 1.000 yılda Türklerin gayretleriyle dünyaya hüküm ve nam saldığından hareketle, dünya halklarının Müslümanları “Türk” olarak nitelendirmesidir. Yoksa Arabım, Kürdüm, Çerkezim, Slavım, Rumum, Ermeniyim, Lazım, her şeyim, hiç fark etmez... Müslümanım ve üzerimde Âlemlerin Efendisi Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in yüklediği ilay-ı Kelimetullah gibi dünyâyı selâmete çıkaracak, bana da hem dünya hem de ahiret saadeti bahşedecek bir mesuliyet var.
Yine ondan aldığım ve idrak heybemi ağzına kadar dolduran bir hakikat var ki, benim tarihimi ben’den olanlar değil, bilakis tam da benim düşmanım olan, vatanıma, toprağıma, bayrağıma göz dikenler yazmış... Bunu da baskılarla, zorlamalarla bu aziz millete yedirmeye çalışmak için ellerinden geleni yapmışlar.
Elbette ülkemizde, yaptıkları araştırmalarla, fikirleriyle kendisinden çokça faydalanılan tarihçiler var. Allah (c.c.), bu milletin özünü bilişine, özüne dönüşüne katkı sağlayan herkesten razı olsun.
Ancak Kadir Mısıroğlu, yaratılıştan özel bir kul. Her insana nasip olmayan bir hâfıza, bir lisan, bir algı ve meselelere, birçok insanın erişemeyeceği ufuk genişliğinde yaklaşımları olan bir insan.
Sâdece tarih ve kendi mezuniyet alanı olan hukukla ilgili değil, insanın ve kainatın yaratılış hikmet ve sırları, helâller ve haramlar, karı-koca başta olmak üzere insan ilişkileri, zerafet, nezâket, güzel konuşma, yazma gibi birçok hayat ölçüsü ve sanat alanında da fikirlerinden istifade edilecek müstesna bir değer.
Artık, ayak parmakları kesilmiş olmasına rağmen “batılla ceng ortamı” bildiği gençlere sohbet programlarını aksatmamak için çektiği onca ağrıya rağmen, 86’ıncı yaşında dahi “-Varsın idama mahkûm etsinler ne olacak?” diye biricik hakikati haykırmaktan geri durmayan bir meydan savaşçısıydı o.
Allah-u Azîmüşşan, gani gani rahmet eylesin; eksiklerini, hatalarını, günahlarını affeylesin.
Üzerimizde hakkı çok. İnşallah merhum üstadın, Kadir Gecesi geldiği, Ramazan arifesi göç ettiği dünyada nihâyete eren hayatı, kabirde başlayan ve cennette de hep beraber olmayı murad ettiğimiz bir bayramla neticelenmiştir.
Baba dostum göç eylese, bu kadar üzülmezdim.
*İnşallah.