Aramızda, kurduğu bir cümleyi veya samimi sohbetleri “hayırlısı” ile bitirmeyen var mı? Galiba yok. “Hayırlısı” kelimesi, uzun konuşmaların ideal bitiş ibaresi çünkü. Veya içinden çıkılamayan mevzular için bir tür final. Onu söylüyorsunuz, konu kendiliğinden bağlanıyor, bitiyor, toparlanıyor. Dilimize kim yerleştirdiyse, elleri dert görmesin. “Hayırlısı” olmasa, o son cümleyi nasıl bağlardık?
Uzun Osmanlı asırlarının bereketli bir hatırası olarak, Türkçemiz çok sayıda Arapça kelimeyi barındırıyor. Kulak kabarttığımızda hemen her cümlede karşımıza çıkan bu kelimeler, hukuk başta olmak üzere birçok ilim sahasında da mebzul miktarda yer alıyor. (Sadece şu iki cümlede kullanıverdiğim Arapça kelimeler: Asır, bereket, hatıra, kelime, cümle, hukuk, ilim, saha, mebzul, miktar…)
Arapça öğrenmek isteyen kişilere büyük bir kolaylık ve aşinalık sağlayan bu birikimin dilimize yerleştirdiği kelimelerden bazıları ise, çerçevelerini yeterince idrak etmediğimizden ve dikkatsiz kullandığımızdan, bizzat bizim elimizle anlam kaymasına kurban giderek, muhtevasını tamamen kaybediyor, manasızlaşıyor… Üstelik biz, böyle olduğunu hiç fark etmiyoruz bile. Bunlar arasında özellikle beş tanesi, “Bizi neden böyle soldurdunuz ve sıradanlaştırdınız? Oysa hayata bakışınızı ve duruşunuzu derinden etkileyecek potansiyelimiz vardı” diyerek yakamızdan tutup bizi silkelese, yeridir: “Vallahi”, “İnşallah”, “Şükür”, “Nasip” ve “Hayırlısı.”
Önemlerine binaen, müstakil birer bölümde ele alıp, hepsini daha iyi anlamaya ve bize verdikleri mesajları kavramaya çalışalım. Elverir ki, bu muazzam kelimelere ettiğimiz haksızlığa artık bir son veririz.
* * *
Bir Müslümanın edebileceği en büyük ve bağlayıcı yemin, Rabbimizin adını anarak ettiği yemindir. “Vallâhi”, “Billâhi” ve “Tallâhi” şeklinde ifade bulan bu yeminler, gelişi güzel ve sıradan mevzularda kullanılamayacağı için, Rabbimiz yeminlerle ilgili özel hatırlatmalarda bulunmuştur Kur’an’da. Yeminlerin tutulması, mutlaka yerine getirilmesi ve gereğinin yapılması emredilmiştir.
Hâl böyleyken, bu “vallâhi” kelimesi bizim dilimizde sıradan bir bağlaca ve dolgu malzemesine dönüşmüş bulunuyor. Hem de “vallâ” şeklinde. Sadece gündelik konuşmalarda değil, bazen gayri meşru ve günah sözlerde bile “vallâ” kelimesi kendisine yer bulabiliyor. Bir Müslüman, manasını idrak etmediğinden, “vallâ”lı yalanlar söyleyebiliyor, gıybet edebiliyor, etrafına tutmayacağı sözler verirken başına “vallâ” ekleyebiliyor.
Şunu unutmamalı: Rabbimiz, bize olan merhametinden ötürü, kasıtsız olarak ağzımızdan kaçıveren yeminleri affedeceğini buyurmuş olsa da, sürekli yemin etmek de doğru bulunmamıştır. Peygamberimizin, sürekli yemin ederek iş yapan veya malını satanlarla ilgili uyarıcı mahiyette hadisleri mevcuttur.
* * *
“İnşallah deme, kesin bir şey söyle.” Müslüman bir toplumda, söz verirken “inşallah” diyen birine böyle hitap edilmesi, aslında emanetin ve sözün kıymetinin hangi derekelere düştüğünün en somut işaretidir. Hepimiz sıklıkla duyarız (hatta belki muhataplarımıza karşı kullanırız da) bunu. Birisi “inşallah” dediğinde, o şeyin olmayacağından eminizdir neredeyse. Çünkü “inşallah” bizim günlük kullanımımızda kaçışın, kaytarmanın ve mazeret üretmenin diğer adı haline gelmiştir. Bu öylesine yaygın bir hastalıktır ki, “inşallah’ı maşallah’ı yok, yapacaksın” diye bir teyit biçimi bile üretilmiştir arkasından.
Yine Rabbimizin Kur’an’da bize emrettiği ifade tarzlarından biri olan “inşallah” (doğru yazılışıyla: in şâ Allah), aslında O’nu işlerimizde kefil ve vekil yapmak demektir. Aklı başında bir Müslüman, Rabbimizi vekil kıldığı bir işi savsaklayamaz, boş veremez, ihmal edemez. Üzerine düşmeyeceği bir konuda da Rabbimizi vekil ve kefil kılıp, kendisini sorumlu duruma düşürmez.
* * *
Nasıl olduğumuz sorulduğunda, verdiğimiz bir cevaptır: “Şükürler olsun.” Güzel bir şey yaşadığımızda, bir nimete kavuştuğumuzda, başımıza olumlu bir iş geldiğinde de hep ağzımızdadır şükür. “Allah’ım sana şükürler olsun” ibaresi de, günlük dualarımız arasındadır.
Fakat, burada ilginç bir nüansa dikkat kesilmemiz gerekiyor: Kur’an lisanında “şükür” kavramı, verilen nimete karşılık olarak kulun gayret göstermesi ve o nimete lâyık olmak için çalışması anlamına gelir. Yani şükür, bizim bugün söyleye geldiğimiz gibi bir “söz” değil, eylemdir. Bizim sözlü olarak ifade etmeye çalıştığımız şeyin adı, aslında “hamd”dır. Ve hamd ile şükür, birbirinden ayrı şeylerdir.
Sağlığın ve bedenin şükrü ibadettir, salih ameldir. Malın şükrü sadakadır, zekâttır. Bilginin şükrü nasihattir, paylaşmaktır. Örnekler daha da çoğaltılabilir. Bir nimete kavuşan Müslüman önce diliyle hamdını ifade etmeli, ardından fiili olarak şükre koşmalıdır. Oturduğu yerde “şükürler olsun” demek, şükür değildir; hatta gerçek anlamıyla hamd bile değildir. Hamd ve şükür, birbirinden ayrılmaz bir bütündür çünkü. Biri teori, diğeri pratiktir. Biri olmadan diğeri tam manasıyla yerine gelmez.
* * *
Dünyanın bütün ülkelerini dolaşıp da hâlâ umreye gitmemiş birine, neden gitmediğini sorunca, şu cevabı almamız çok yaygındır: “Henüz nasip olmadı.” Dikkatle dinlediğimizde ve biraz altını kazıdığımızda şunu görürüz: Umreye gitmeye hiç çalışılmamıştır aslında, diğer seyahatler ardı ardına gelirken umre listeye hiç yazılmamıştır. Belki ertelenmiştir, belki ihmal edilmiştir, belki gündeme alınmamıştır. Nihayet sorulduğunda ise, cevap hazırdır: Nasip olmadı.
Yerli-yersiz her konuda kullanıverdiğimiz bir tür ‘joker’e dönüşen nasip kelimesi, bugün maalesef tembelliğimizin ve ihmallerimizin perdesine dönüşmüş durumda. Hayatın birçok alanında sorumluluklarımızı yeterince yerine getirmeyip düşük bir neticeye ulaştığımızda, cevabımızdır “nasip.” Nasihatlere kulak vermeyip burnumuzun dikine gittiğimizde duvara toslayınca dilimizden dökülen kelimedir “nasip.”
Nasip kelimesini, “Allah’ın kulları için takdir buyurduğu pay” anlamıyla hazmetsek… Ama o paya erişmede, bizim de bazı sorumluluklarımızın bulunduğunu görsek… Hem sözlü hem de fiili dualarımızla, salih amellere sımsıkı yapışırız. Allah’ın izniyle başarılar ve bereketler de birbirini izler. Böyle bakmak, nasip olmuyor bir türlü maalesef… Son cümledeki “nasip”, tam da bugün bizim kullandığımız manada.
* * *
Aramızda, kurduğu bir cümleyi veya samimi sohbetleri “hayırlısı” ile bitirmeyen var mı? Galiba yok. “Hayırlısı” kelimesi, uzun konuşmaların ideal bitiş ibaresi çünkü. Veya içinden çıkılamayan mevzular için bir tür final. Onu söylüyorsunuz, konu kendiliğinden bağlanıyor, bitiyor, toparlanıyor. Dilimize kim yerleştirdiyse, elleri dert görmesin. “Hayırlısı” olmasa, o son cümleyi nasıl bağlardık?
Şaka bir yana, Rabbimizden “hayr” istemeyi ve “hayr akıbet” dilemeyi ifade eden bu harika kelime, aslında muazzam bir dua ve tevekkül cümlesi. Ama günümüzde hem yerli-yersiz kullandığımız bir tampona indirgenmiş durumda, hem de “hayırlısı” derken illa hep iyi ve olumlu şeyleri hedefliyoruz. Oysa biz kullar için “hayırlı” olan şey, bazen ağır bazı imtihanlar veya üzücü neticeler de olabilir. Hakkımızda neyin gerçekten “hayırlı” olacağını biz bilmeyiz, Rabbimiz bilir.
“Hayırlısı” diye sözü bağlayan kaç kişi, bunun bir dua olduğunun ve sadece olumlu sonuçlar içermeyebileceğinin farkında? Aslında “hayırlısı” diyerek Rabbimize tam bir tevekkülle teslim olduğumuzu dile getiriyoruz. Ama kaçımız bunu biliyoruz?
* * *
Evet, bu beş kavrama, anlamlarını iade etme ve gerçek makamlarına onları yeniden yerleştirme borcumuz bulunuyor. Ahiret âlemine borçlu gitmemek gerek.