Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalarlar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu arâziye girme tehlikesi vardır.
Bütün peygamberlerin tebliğ ve telkin ettiği dinin hakikati, “Hakk’a ve O’ndan gelene tam bir teslimiyet”ten ibarettir. Bu teslimiyet, körü körüne bir teslimiyet değil, basiret üzere yani bilinçli, şuurlu bir şekilde Allah ve Resûlünden gelen ilme dayalı bir teslimiyettir.
İmanın temelinde peygambere ve onun getirdiği hakikatlere tam bir güven vardır. Bu imanda şüpheye yer yoktur. Tüm şüpheler bertaraf edilebilmeli ve kalp, tam bir itmi’nanla “evet tasdik ediyorum” diyebilmelidir. Böyle bir imanın söz ve amele yansıması “İşittik ve itaat ettik” demekten ibarettir.
Dine göre yaşamak bir hayat tarzıdır. Dine göre değil de heves ve arzulara, alışkanlıklara, yaşanan hayatın akışına ve daha başka gerekçelere bakılarak bir başka yol tutturmak da bir başka hayat tarzıdır. Bu iki hayat tarzı, zaman zaman fıtrat gereği ortak noktalarda buluşsa da bir çok alanda farklılaşacaktır. Zira nefsin hevâsı, çoğu zaman Hakk’ın muradı ile çatışacaktır. İşte kulluk imtihanı da burada başlamaktadır. Kendi nefsinin arzularına rağmen Hakk’ın iradesine teslim olabilenler, Hakk’ın kulu olurken, diğerleri çoğu zaman kendi nefislerinin putperesti olurlar.
Allah ve Resûlü’nün bize çizdiği hayat tarzına Kur’ân-ı Kerim “Hudûdullah” tabirini kullanır. Bu ifadeyi, dışına çıkmamamız gereken “kırmızı çizgiler” olarak da ifade edebiliriz. Allah Resûlü –sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu sözleri, ilahi hudutlar içerisinde bir müslümanın yol haritasının ne olması gerektiğini beyan etmektedir:
“Helâl olan şeyler de, haram olan şeyler de apaçık bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur.
Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalarlar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu arâziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbdir. ” (Buhârî, Îmân 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108.)
Vâbisa İbni Ma’bed radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzûruna varmıştım. Bana:
– “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu.
– Evet, dedim.
O zaman şunları söyledi:
– “Kalbine danış. İyilik, özbenliğinin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir. ” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227–228; Dârimî, Büyû’ 2)
Bu iki hadis-i şeriften anladığımız şudur: Kur’an ve sünnette bir takım hükümler yani helaller ve haramlar açıkça beyan edilmiştir; bunları eğip bükmeden, gizlemeden, yok farz etmeden, nefsimize göre batıl yorumlara sapmadan kabul etmek ve gereğini ifa etmek gerekecektir. Böylesine açık olarak belirlenen konularda herhangi bir ictihad (ilmi görüş) ortaya konulamaz. Haram mı helal mi olduğu konusunda şüpheli hususlarla ilgili ise yapılması gereken; öncelikle konuyu liyakatli âlimlere sormak ve sonra da alınan cevaplar içerisinde arzularımıza (hevâmıza) değil, gönlümüze en fazla huzur ve itmi’nan verene göre bir yol tutmaktır.
Kabul etmek gerekir ki, ilâhî hükümler kimi zaman çeşitli sebeplerle nefislerimize ağır gelmekte, nefsimizi değiştirmek yerine, ilâhî hükümleri nefsimize göre yorumlamak ve yaptığımızı meşrulaştırmak daha kolay bir yol olmaktadır. Meşrû olanı yapmak yerine yapılanı meşrû görmek, nefislerimizin bir oyunu ve aldatmasıdır. Esasen din kolaydır; fakat bu kolaylık, iman gönüllerine tam yerleşenler içindir. İmanda zaaf varsa, dinin hükümlerini yaşamak kolay olmayacaktır. Nitekim Hazret-i Âişe –radıyallahu anha- validemiz bu konuda şunları söyler:
“İlk nâzil olan sûrelerde cennet ve cehennemden (imana dair hususlardan) bahsediliyordu. Helâl ve harâma dâir hükümler ise ancak insanlar İslâm’a tam olarak ısındıktan sonra nâzil olmaya başladı. Eğer ilk defâ:
– İçki içmeyin! emri inseydi insanlar:
– Biz içkiyi kesinlikle bırakmayız! derlerdi. Yine ilk olarak:
– Zinâ etmeyin! emri gelseydi insanlar aynı şekilde:
– Zinâyı aslâ bırakmayız! derlerdi. Ben Mekke’de oyun oynayan bir çocukken Muhammed -aleyhisselâm-’a:
“Hayır onlara va’dedilen (asıl azab) vakti, kıyâmettir. İşte o an, cidden çok dehşetli ve çok acıdır” (el-Kamer 54/46) (gibi îmân ve kıyâmetle alâkalı) âyetler nâzil olmuştu. (Muâmelâtla alâkalı hükümler ihtivâ eden) Bakara ve Nisâ sûreleri ise ancak ben onun yanında iken (Medîne’de) inmiştir.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 6)
Konunun doğru anlaşılması için gerekli gördüğümüz bu girişten sonra, hemen her devirde gündem olmuş “Birbirinin mahremi olmayan erkek ve kadınların, kendi aralarında ilişkilerinin nasıl olması gerektiği” konusuna dair açık ilâhî hükümleri ve bu alanla ilgili dikkatli adım atmamız gereken şüpheli alanları burada maddeler halinde kısa kısa açıklamaya çalışacağız. Bu konunun psikolojik, sosyal, ekonomik ve siyasi birçok boyutunun olduğu da muhakkaktır. Ancak konuyu bütün boyutlarıyla ele almak bu yazının sınırlarını hayli aşacağından biz burada konunun dini temellerine dikkat çekmekle yetinmiş olacağız:
1. Rabbimiz, erkek olsun kadın olsun her iki cinsin de hem tesettüre riayet etmesini ve hem de bakışlarına sahip olmasını emreder. Bu alana dair hükümleri bildirirken de, sanki mümin olmayanların ve imanda zaaf taşıyanların bunları anlamak ve hayata taşımak noktasında zorlanacağına işaretle “Mü’min erkeklere söyle!”, “Mü’min kadınlara söyle!” diyerek bu ilahi emirlerin mü’minler için bir anlam ifade ettiğine dikkat çeker:
“Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.”
“Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. Zinetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler…” (Nûr Sûresi, 30-31)
“Kadınlar başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) koysunlar/örtsünler”. “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaçtan dolayı dışarı çıktıkları zaman) dış elbiselerini/örtülerini (cilbâb) üstlerine almalarını söyle. Onların tanınıp incitilmemesi (kendilerine sarkıntılık edilmemesi) için en uygun olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Ahzâb Sûresi, 59)
Rasûl-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem- de: “Ey Ali! (Mahremin olmayan yabancı bir kadına) ilk bakışın ardından ikinci defa bakma. Çünkü ilk bakış hakkındır, bağışlanabilir. İkinci bakış ise hakkın değildir, haramdır” (Ebû Dâvud, Nikâh, 42; Tirmizî, Edeb, 28.) buyurur.
Huzeyfe (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Harama bakış, iblisin zehirli oklarından bir oktur. Her kim Allah korkusu sebebiyle onu terk ederse, Yüce Allah bu davranışına karşılık ona, kalbinde halâvetini hissedeceği bir iman bahşeder.” (Hâkim, IV, 349/7875; Heysemî, VIII, 63)
Abdullah b. Abbâs (r.a) anlatıyor: (Yakışıklı bir delikanlı olan) Fadl b. Abbâs, Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem-’in bindiği bineğin arkasında oturuyordu. Bir ara Has’am kabilesinden (genç ve güzel) bir kadın fetvâ sormak için Rasûlullah’a geldi. Fadl kadına, kadın da Fadl’a bakmaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem- Fadl’ın yüzünü hemen öbür tarafa çevirmeye başladı. (Nesâî, Menâsik, 12; Muvatta’, Hac, 97).
Ümmü Seleme –radıyallahu anh- anlatıyor: Ben Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin huzurunda idim. Meymûne bintu’l-Hâris de yanımda idi. O esnada âma bir sahabi olan Abdullah İbn Ümm-i Mektûm (bize doğru) geldi ve yanımıza girdi. (Bu hâdise, örtünme emri geldikten sonra sonra cereyan etmişti)
Nebî –sallallahu aleyhi ve sellem- bize:
“– Perde arkasına çekilin!” buyurdu. Biz:
“–O âmâ biri değil mi, ey Allah’ın Rasûlü, bizi göremez” dedik. Bunun üzerine Efendimiz:
“–Siz de mi âmâsınız, onu görmüyor musunuz?” buyurdu. (Ebû Dâvud, Libâs, 37; Tirmizî, Edeb, 29).
2. Yabancı kadınlarla arada nikâh bağı olmaksızın tokalaşma vb. temasların caiz olmadığı, klasik dönem müctehid ve fakihlerin hemen hepsinin ortak görüşüdür. Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ömrü boyunca helali olmayan hiçbir kadınla tokalaşmamıştır.
Hz. Âişe –radıyallahu anha- şöyle demiştir:
“…Hayır, vallâhi onun eli bey’at ederken yabancı bir kadının eline asla değmedi.
Allah Rasûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- kadınlarla ancak:
«–Seninle bu âyetteki şartlar üzerine bey’at ettim» sözüyle bey’at etmiştir.” (Buhârî, Tefsîr, 60/2; Ahmed, VI, 270)
3. Birbirine yabancı bir erkek ve bir kadının, hiç kimsenin olmadığı bir ortamda başbaşa kalmaları (halvet-i sahiha) yasaklanmıştır. Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:
“Yanında (kadının) bir mahremi olmadıkça bir erkek bir kadınla başbaşa kalmasın.” (Buhârî, Nikâh, 110; Müslim, Hac, 424)
“Bir erkek, yabancı bir kadınla baş başa kaldığında mutlaka üçüncüleri şeytan olur.” (Tirmizî, Radâ’, 16/1171; Fiten, 7/2165; Ahmed, I, 18, 26)
Bir gün Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem-:
“–(Yanında mahremi bulunmayan) kadınların yanına girmekten sakının!” buyurmuştu.
Bunun üzerine Ensâr’dan birisi:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Kocanın erkek akrabası (el-Hamvü) hakkında ne dersiniz?” diye sordu.
Rasûlullah Efendimiz:
“–Onlarla halvet (baş başa kalmak), ölüm demektir” buyurdu. (Buhârî, Nikâh, 111; Müslim, Selâm, 20; Tirmizî, Radâ’, 16/1171)
4. Karşı tarafın ilgi ve dikkatini üzerine çekecek davranışlardan uzak durmak emredilmiştir. Âyet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:
“(Mü’min kadınlara söyle!) Gizledikleri zinetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz (Rabbinize ve O’ndan gelen ilahi emirlere yöneliniz) ki kurtuluşa eresiniz!” (Nûr Sûresi, 31)
5. Karşılıklı cinsler arasında herhangi bir münasebetle konuşmak gerekli olduğunda, bu konuşma ihtiyaç miktarının dışına taşmamalı, tarz olarak da karşı cinsi etkileme vb. gaye taşımamalıdır. Yüce Rabbimiz, Peygamberimizin eşleri ve mü’minlerin anneleri olan validelerimizin erkeklerle konuşması hususunda şöyle buyurmuştur:
“…Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümîde kapılır. Güzel söz söyleyin. Evlerinizde oturun, eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin...” (Ahzâb Sûresi, 32-33)
6. Rabbimiz, mü’min erkekler ve kadınların birbirinin velisi olduğunu belirterek şöyle buyurur:
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisidirler. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Sûresi, 71)
Bu âyet-i kerimede zikredilen “birbirlerinin velisidirler” ifadesi, Türkçe’mize bazen kimi meallerde“birbirlerinin dostudurlar” şeklinde çevrilmektedir ki bu çeviri, bazı yanlış anlamalara da sebebiyet vermektedir. Halbuki birinin velisi olmak demek, onun koruyup kollayanı olmak demektir. Yardıma muhtaç olması durumunda yardımcı olmak, korunması gerektiğinde korumaktır. Nitekim âyet-i kerimenin devamında gelen “İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namazı ikame eder ve zekatlarını verirler. Allah ve Resülüne itaat ederler” ifadesi, bu velâyetin hangi alanlarda özellikle gerçekleşmesi gerektiğine dikkat çeker. Yoksa Türkçemizdeki ifadesiyle birbiriyle sıkı-fıkı oturup kalkan, sırlarını paylaşan, yeyip içen, gezip dolaşan samimi arkadaşlar anlamına gelmez. Üzülerek ifade edelim ki bu âyetten böyle uçuk bir manayı çıkaran kimselere de rastlayabiliyoruz. Hatta kadın ve erkeğin birlikte birçok alanda yanyana olabileceğinin delili olarak da bu âyet-i kerimeyi gösterebiliyorlar. Bu ve benzeri anlayışlar, kimi zaman kötü niyetli kimselerin tahrif maksatlı tevilleri, kimi zaman güvenilir âlimlerin görüşlerine müracaat etme zahmetine katlanmama hafifliği, kimi zaman da cahil cesareti ve gafletidir.
İslam erkeğe de kadına da çalışmayı yasaklamaz. Genel bir kaide olarak haram olmayan her bir iş, ilahi hudutlara dikkat etmek suretiyle erkek ya da kadın tarafından yapılabilir. Kabul etmek gerekir ki kadın ve erkeğin fıtratı, bedenî yapısı ve psikolojisi birbirinin aynı değildir. Bu itibarla İslâm nizamı, kadın ve erkeğe çalışma hayatında tabii ve fıtrî bir iş bölümünü tavsiye eder ve ona göre yönlendirir. Her alanda var olmaya çalışmak, kimi zaman fıtratı zorladığından, fert ve toplum bünyesinde bozulmalara ve huzursuzluklara sebep olabilecektir. İnsan çoğu zaman bilinçsizce, kimi zaman ideolojik rüzgarlara kapılarak, kimi zaman da mahalle baskısıyla kendine yazık etmekte, hayatı hem kendisine ve hem de başkalarına zindan edebilmektedir. Rabbimiz erkek ve kadının her birine ayrı ayrı faziletler yüklediğini beyan etmiş ve birbirlerine özenmemeleri gerektiğine de şöyle dikkat çekmiştir:
“Allah’ın kiminizi kiminizden üstün kıldığı hususları temenni edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Siz Allah’tan bol nîmetini, cömertçe ihsanını isteyin. Şüphesiz ki Allah, her şeyi bilendir.” (Nisâ Sûresi, 32)
İslâm, insanın kendine zulmetmesini de yasaklar. Erkekler beden ve fizik yapıları itibariyle zor ve meşakkatli işlere dayanıklı bir fıtratta yaratılmışlarken, kadınlar daha narin ve duyguları daha güçlü bir şekilde var edilmişlerdir. Yüce Rabbimiz, hanımların geçimlerini ve ihtiyaçlarını –normal şartlar altında- erkeklere yani babalar, dedeler ve kocalara ve nihâyet devlet üzerine bir sorumluluk olarak yüklemiştir. Aile yuvasının huzuru ve en mükerrem varlık olarak lütfedilen evlatların yetiştirilmesi daha ziyade anneye emanet edilmiştir. Feminizmin de menfi telkinleri neticesinde, üzülerek ifade edelim ki belki yeryüzünün en şerefli vazifelerinden biri olan annelik hor görülmekte, buna mukabil fabrikalarda ve çeşitli iş sahalarında patronların ve amirlerin emrinde ağır şartlar altında iş hayatına atılmak şirin gösterilmektedir. Çevrenin alkışlarına ve iltifatlarına aldanarak, evladını, nasıl muamele edeceğini bilemediği başka hizmetçilere terkedip de başkalarının hizmetkârlığına talip olmak nasıl bir akıl kârıdır? Evet zaruret ve ihtiyaç söz konusu ise yine evlatlarını ihmal etmeden fıtratına uygun işlerde ihtilat ortamlarına fırsat vermeden bir kadının çalışması da tabiidir. Eğitim, sağlık, dikiş-nakış, yazılım, matbuat vb. alanlarda hem maişetini temin ve hem de kulluğuna dikkat ederek huzurlu bir hayat sürebilir.
Yapılan çok sayıda araştırmalara göre –ülkelere göre farklılık arzetse de- erkek-kadın karışık ortamlarda çalışan kadınların azımsanamayacak bir oranı bir şekilde tacize maruz kalabilmektedir. Öyleyse aile huzurunu ve nesil emniyetini ciddi bir şekilde tehdit eden bir yapıyı savunmak, akl-ı selim ve zevk-i selimin değil, olsa olsa nefsin ve şeytanın avukatlığına soyunmaktır. Bunun yerine daha sıhhatli çözümler üzerinde çalışmak, hem dünyasını ve hem de âhiretini güzelleştirmek isteyen kimselerin önemli hedeflerinden biri olmalıdır. İslâm’ın vaadettiği güzellikleri hayal edip gerçekleştirme azmi, her müminin yüreğinde sönmeyen bir meş’ale olmalıdır.
İslâm elbette kimseyi toplumdan tecrid edip kapalı kapılar ardına mahkûm etmez. Fert ve toplumun huzuru ve felahı için ölçüler koyar ve çözümü bu ölçülere göre oluşturur. Yaşadığı hayatı yegane referans olarak gören kimselere bu ölçüler, uygulanamaz intibaı verebilir. Ancak İslâm var olanı olduğu gibi kabullenmeyi değil, olması gereken ne ise mevcudu ona dönüştürmeyi tavsiye eder. Bu yönüyle o bir ıslâh ve inşa hareketidir.
Bir yanlışın ya da batılın toplumda çok kimseler tarafından işleniyor olması, onun olabilirliğine fetvâ bulmayı gerektirmez. Hakikat kemmiyetle (sayı çokluğuyla) ölçülmez. Bu itibarla Mümin kendini yaşadığı çevreye göre değil, kulluk sorumluluğunun gerektirdiği ölçülere göre inşa eder.
Erkek olsun kadın olsun, sosyal hayatta ve çalışma hayatında dikkat edecekleri ölçülerin başında helal ve haram sınırları gelmelidir. Erkek ve kadından her biri hem tesettüre riayet edecek, hem harama karşı gözüne sahip olacak, hiçbir şekilde başbaşa iki kişi olarak (erkek-kadın) bir arada yalnız bir ortamda bulunmayacak, konuşmalarında, yürüşünde, giyinişinde, süslenmesinde ve oturup kalkışında karşı cinsi tahrik edecek her çeşit davranıştan ve konumdan uzak duracaktır. Elbette Rabbimiz kimseye taşıyabileceğinden fazla mesuliyet yüklemez. Zaruretler ve ihtiyaçlar, dinimiz tarafından asla gözardı edilmez. Alış-veriş muameleleri, sağlık meseleleri, zaruri olan ilim ve irfan tahsili gibi konularda, kendi hemcinsiyle ihtiyacını layıkı veçhile yerine getiremeyenlerin, yukarıda sayılan şartlara riayet etmek suretiyle karşı cinsle ihtiyaçlarını görmesinde bir mahzur söz konusu değildir. Bununla beraber mümin kul, zaruret ve ihtiyaçları bahane ederek, kendini bırakıvermeyecek, zaruret ve ihtiyaç hali geçince hemen takvâ haline (daha titiz, arı duru bir hayata) dönecektir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da ihtiyaç ötesi zevklerini ve refahını zaruret ve ihtiyaç gibi görmemektir. Böyleleri ancak kendilerini aldatırlar.
Şu husus iyice bilinmelidir ki, Allah’ın çizdiği hudutlar içerisinde bir hayat arayanlar, bu arayışlarında ciddi iseler Rabbimizin kendilerine bir kapı açacağı muhakkaktır. Zira O, böyle vaad etmektedir:
“…Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa (takvâya riayet eder ilahi hudutları aşmazsa), Allah ona bir çıkış yolu açar. Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talak Sûresi, 2-3)
Bu âyetler de gösteriyor ki, Allah’ın kulu olduğu şuuruyla, şu dünya hayatının ebedî hayat adına bir imtihan sahnesi olduğunun farkında olan mümin insan, kavi bir iman, sağlam bir irade, sahih bir niyet ve tam bir azimle yola çıkıp da Hakk’a güvenip dayanırsa, hiç şüphesiz kendisine helal ve meşru yollardan nice kapılar açılacak ve nezih (tertemiz) bir ömür sürebilecektir. Bahanelere sığınan, sürekli mazeret üreten, Rabbini değil, yaşadığı zamanı ve mekânı yegane referans alan kimselere ise apaçık duran helal kapılar bile hiçbir şey ifade etmeyecektir.