İyilik ile ilgili reflekslerimizi kaybediyoruz. Bir kötülüğe anında tepki veren, yere düşen çocuğu düştüğü an kucaklayıp kaldıran, aç bir hayvana o an el uzatan, yani iyiliği düşünmeden reflekssen yapan insanlar azaldı.
Hipotenüs reflekstir demişler. Refleks; beynin kısa yoldan “doğru bildiğine” ulaşma çabasıdır. Çoğu zaman bu doğru toplumsal değerlere uygun olmasa bile. İnsan kendi çıkarları için hareket etmeye de doğru der çünkü. Kısa vadede işine gelene faydalı, uzun vadede işine gelene yararlı dediği gibi. İşine gelmediği halde yararlı ve faydalı olanı ise değersizleştirir. Değersizleştirmek de bu açıdan bir refleksle yapılabilir.
Nasıl ki düşen bir bardağa uzanan ele o refleksi kazandıran yere düşürdüğü pek çok bardaksa, otomatik yanlış yapanlara da bu refleksi kazandıran yanlış olduğunu düşünmediği yanlışlarıdır. Roman yazarı Emrah Serbes kaza yapmış ve kazayı yanındaki arkadaşı üstlenmişti. Yazarın avukatı açıklamasında Emrah Serbes’i korumak için arkadaşı reflekssen suçu üstlenmiştir dediğinde kimse inanmadı. Olayın baştan sona hesap kitap, oyun kurgu olduğunu düşünenler genel olarak hiçbir şeye inanmadılar zaten o ayrı. Ama diğer yandan Emrah Serbes’in suçtan kaçma refleksi ile arkadaşının suçu üstlenme refleksinin tam da yukarıda bahsettiğimiz durumla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Hayatımızın her anını sorumluluktan kaçış kaplamışsa en ufak zorlukta ruhumuz aynı kolay yolu düşünmeye / aramaya başlar. Böylece insanları reflekslerinden tanımaya başlarsınız zamanla.
Reflekslerimiz dürüsttür çünkü.
İyilik ile ilgili reflekslerimizi kaybediyoruz. Bir kötülüğe anında tepki veren, yere düşen çocuğu düştüğü an kucaklayıp kaldıran, aç bir hayvana o an el uzatan, yani iyiliği düşünmeden reflekssen yapan insanlar azaldı.
Diğer yandan insana “arttırılmış gerçeklik” adı altında tüm duyu organlarını harekete geçiren filmler oyunlar gösteriler sunulmaya devam ediliyor. Bir sergideki pano birdenbire çiçek açmaya başlıyor, ya da salonun ortasında bir gölge gezinmeye başlıyor, üzerinize sanal yağmur yağıyor. İnsana insan olduğunu hissettirebilmek için her yolu deniyor sanatçılar. Ya da reklam ve pazarlama departmanları sen para harca diye sana harcamanın zevkini her boyutu ile yaşatmaya çalışıyor. Cemal Şakar bir söyleşisinde arttırılmış gerçekliğin edebiyata sıçramasından endişe ile bahsetmişti. Böyle giderse roman sayfalarına gerçek kan damlatmak gerekecek demişti. Neden? İnsan durumu daha iyi hissetsin diye.
Duyarlılığını kaybeden insanı yeniden kazanmak için sanatçıların çabası takdire şayan olsa da bunca çabanın iyilik adına bir refleks doğurmadığını görebiliyoruz.
Küçükken dedem köşeden çöp kamyonu döndüğü anda çay koyun diye bağırırdı. Eskiden işçilere ikram edilirdi. Mahalleye giren işçi mahallenin misafiri sayılırdı çünkü. Dedem evde olmadığı zaman bile çay koyulurdu.
Çöp kamyonu köşeyi döndüğü an hem de. Yıllar sonra ‘merkezi’ bir şehirde evimize tamir için gelen elektrikçiye içecek ikram ettiğimizde adam gözlerini kırpıştırıp “Siz nerelisiniz” diye sormuştu. “Burada böyle şeyler olmaz da pek.” İyilik yapmak için uzatmamıştık oysa o içeceği. Hesaba kitaba girmemiştik. İşçi geldiği an beynimiz otomatikman ikram düğmesine basmıştı hepsi bu.
Bunun gibi, aileler çocuklarının ileride geçecekleri karanlık noktalara ışık düğmeleri yerleştirmelidir. Çocuğa iyilik adı altında verilen her alışkanlık zamanla reflekse dönüşebiliyor. Düşeni kaldırmak gibi, aç olana ikram etmek gibi, uzanan eli boş çevirmemek gibi.
Zor olduğunu biliyorum. Kötülükler sıraya girmişken, zihnimizde kötü kötüye yer açarken, arttırılmış gerçeklik ile kendimize ulaşmamız çok zorken, uyanık olmak, tetikte olmak gerçekten zor.
İki deneysel film izlemiştim. Birisi İran sinemasından Şirin’di. Diğeri ise Sona Doğru filmi idi. Şirin’de planlar sahneler yoktu. Sadece sinemada bir filmi izleyen kadın yüzleri vardı. İzlenen filmin sesinden ve kadın yüzlerindeki mimiklerden, sıkılmadan filmin sonunu getirebilmiştim. Bu yönü ile çok başarılıydı. Sona Doğru filminde ise okyanusun ortasında bir gemide kalan yaşlı bir adamın kıyıya ulaşma mücadelesi vardı. Onda da hiç diyalog yoktu. Sadece insan vücudunun doğa karşısındaki çabasını izliyordunuz. Film yine sıkmadan sizi sona ulaştırmayı başarıyordu.
Bu durum beni umutlandırmıştı. İnsan demek ki gerçekler ve duyular üzeri bir varlık. Kalbi uyanıksa ve taşlaşmamışsa duyular birbirlerinin yerine geçebiliyor ve birbirlerini tamamlayabiliyorlar. Ses yokken görüntünün, görüntü yokken sesin izinden gidebiliyor insan. Arttırılmış gerçekliğe inat. Rüyada düştüğünü gören insan bir anda uyanır. Beş duyusu da uykudayken insanı uyandıran refleks biriktirdiği düşüşlerin, deneyimlerin toplamıdır. Bu uyanış için insanın düştüğünün bilincinde olması gerekir. Yaşadığımız çağ bize düştüğümüzü unutturuyor. Düşen insan kendi çığlığı ve acıyan dizleri ile karşılaşmadan başka bir boyuta geçiyor. Düşen insan düştüğünün farkında olmadığı için ağlamak yerine kahkaha atmaya devam ediyor.
Suriyeli bir yazar annesinin gözleri yarı açık uyuyan kardeşine “Ceylan uykusu uyuyor” dediğini yazmıştı. Bu yönü ile ne kadar tanıdık bir uyku. Gözlerimiz açık ama uyuyoruz. Hepimiz bu uykuya ne zaman yattık sorgulamalıyız. Gözlerimiz açık. Uyuyoruz. Üstelik uyuyoruz ve rüyamızda da uyuduğumuzu görüyoruz. O halde bizi kim uyandıracak bu uykudan. Düştüğümüzde sıçrayarak uyanacağımız bir kâbusumuz bile kalmazsa, tüm reflekslerimizi çağ bir bir yutarsa?
İman elde, ateşten bir kordur. Onu tutmak zor. Bunun bilincinde olmak bile her an ateşe karşı bir refleksle yaşamak demektir aslında.
Rabbim bizi uyandırsın, kendi düşüşümüzle karşılaştırsın, bizi diri bir bilinçten ayırmasın.