
Yazı yolculuğunda sık sık şöyle bir şey duyuyoruz: “Yazmak için, çok okuman gerekir. Testiyi önce dolduracaksın ki, taşsın.” Bu, böyle midir?
Okumak ile yazmak arasında doğrudan bir ilişki olduğu doğrudur. Maamafih, bildiğimiz anlamda okumadan da yazmak mümkündür, ama burada da başka türlü bir okuma yeteneği gerekir; kâinatı, olayları, insanı Rabbanî okuyabilme… Değilse, sadece duygularımız veya yaşadığımız olaylar üzerinden yazarız, ama bir müddet sonra yazı azığımız biter, tıkanırız veya tekrara düşeriz, bir adım ileri gidemeyiz.
Sözün kısası, iyi bir yazar olmak için öncelikle iyi bir okuyucu olmak gerekiyor. Ama bu, soruda dile getirildiği şekilde, ‘okuyup okuyup taşmak’ şeklinde bir okuyuculuk değil. Bilakis, bir yazardan çok daha fazla okuyan, ama yazamayan birçok insan var hayatın içinde. Yani buradaki durum ‘önce okumak, testiyi taşıracak kadar okumak, sonra taşanları yazmak’ şeklinde gerçekleşmiyor; öyleyse, her çok okuyan yazar olurdu.
Peki nedir okuma ile yazma arasındaki ilişki?
Üç şeyi söylemek gerekir bununla ilgili.
Birincisi, okumayı sadece kitap okumaya indirgememiz doğru olmaz. ‘Okuma’ deyince, bunun insanı, duyguları, yaşadığımız zamanı, eşyayı, olayları, mahlukatı okuma; ve elbette bir mü’min olarak ‘yaratan Rabbin adıyla okuma’ boyutunu da içermesi beklenir ve gerekir.
İkincisi, her yazı bir ana fikir üzerinden ilerler. Düşünme süreci ise, bilgi dağarcığıyla ilgilidir; bilgimiz ne kadar çok ve aynı zamanda çeşitli ise, farklı hususlar arasındaki bağları farketme ve özgün düşünce üretme imkânımız o kadar fazla olur. Bilgi edinmenin yolu esasen okumaktan geçtiğine göre, okuduğumuz nisbette düşünce üretme ve dolayısıyla yazıların çekirdeği olan ana fikre ulaşma imkânımız gelişir. Bu anlamda, okuma yazı yolculuğunun harekete geçirici bir gücü niteliğindedir.
Üçüncüsü, bir yazar ‘okuduktan sonra yazı konusuna ulaşan’ kişi olmanın yanında, ‘yazı konusu’ olan bir ana fikre ulaştıktan ve onu yazmayı ‘yazmazsam yapamazdım’ diyecek kadar dert edindikten sonra asıl okumalarını yapar; ki bu, çoğunlukla gözden kaçan bir husustur. Biraz daha açarsak: Bir yazının ana fikri, esasen geçmiş okuma, gözlem ve tecrübelerle elbette ilişkili şekilde ‘ilhamen’ dünyamıza gelir; ama o ana fikri bir yazıya veya kitaba dönüştürmek için yazar yeni ve ciddi okumalara yönelir. Zira görür ki, bu ana fikrin havada ve boşlukta kalmaması, temellendirilmesi, irtibatlı olduğu hususlarla da bağının ortaya konulup dallanıp budaklandırılması gerekmektedir, bunu yapmazsa sadece bir cümleden ibaret kalmakla yetinecektir. İşte bu şekilde, yazarlar, esasen ‘okudukları için yazma’nın yanında, ‘yazmaya karar verdikleri için okuma’ya mecburdurlar. Bir konuyu, bir ana fikri yazı haline getirmeyi dert edinmesi, yazarı mecburen okumaya yönlendirir. Bu bakımdan, ciddi her kalem erbabının tek bir yazısının ardında, onlarca kitabın, yüzlerce yazının, binlerce sayfanın izi ve özü vardır.
Ve bu okumaların tatlı bir meyvesi de, bu okumaların yeni yazılar için yeni fikirlerin tarlası da olmasıdır…