Elinde bir şey vardı. Yana kayarak bunun ne olduğunu anlamak istedi. Dikkatle baktığında bunun bir jilet olduğunu fark etti. Ne yapacaktı acaba jiletle?
İşte Allah’ın evinin önündeydi. Beyt’ül Haram ya da Kâbe. Simsiyah ve muhteşemdi. Bir denizin kollarına atılır gibi yapıştı. Yanağını dayadı. Ağladı, ağladı. Uzaktan seyrettiğinde tadı başka, şimdi burada nasıl da farklıydı. Bu şekilde saatlerce kalabilirdi. Kaldı da…
Gözünü açtığında önünde bir gencin ürkek hareketleri dikkatini çekti. Her tarafı insan doluydu aslında. Ama bu gencin başka bir niyeti vardı sanki. İzlemeye başladı. Kendisi gibi örtüye sarılmış genç bir eliyle başka bir telaşa düşmüştü sanki. Elinde bir şey vardı. Yana kayarak bunun ne olduğunu anlamak istedi. Dikkatle baktığında bunun bir jilet olduğunu fark etti. Ne yapacaktı acaba jiletle?
Hangi milletten olduğunu tahmin ettiği bu genç arkadan bakan için örtüye yapışmış, vecd içinde dua ediyor gözüküyordu. En son gencin bileğinin hızlı bir hareketle örtü üstünde birkaç kez gidip geldiğini gördü. O da ne? Kâbe örtüsünden bir parça yere düşmüştü. Genç hemen bu parçayı aldı, koynuna soktu ve sakin bir şekilde uzaklaşmaya başladı. Arkasından bakakalmıştı.
Herkesin gözünün önünde ama kimseye fark ettirmeden Kâbe örtüsünden bir parça kesip götüren genci önce takdir etti, sonra da içine bir sancılı his yerleşti. O da böyle bir parça sahibi olabilirdi işte. Nasıl yapılacağını görmüştü, çok kolaydı. Hem birkaç güne Kâbe örtüsü değişmeyecek miydi zaten? Alınıp götürülen eski örtüden kendisine bir parça başka türlü nasıl düşerdi ki? Biraz önce gördüğü gencin yöntemi belki de kendisine bir işaretti. Evet, evet o da bir jilet alıp, buraya gelmeli ve örtü değişmeden bir parça kesip götürmeliydi.
Ertesi güne tavafa hazırlıklı geldi. Her şavtta Kâbe’ye biraz daha yaklaştı. Nihayet örtüye yapıştığında genç gibi yavaşça elini cebine attı. Jileti çıkardı. Tıpkı dünkü genç gibi yavaş ve sakin hareket ediyordu. Ama o ara heyecandan nefesinin kesildiğini hissetti. İçinden bir ses: “Yapamazsın, sen yapamazsın, yapmamalısın…” diyordu. “Sana yakışmaz, sana yakışmaz…” İçi kaynamaya başlamıştı. Jilet elinden düşüverdi. “Evet, dedi, bana yakışmaz…”
On beş gün sonra memleketindeydi. Müezzini olduğu camiden çıkmış evine doğru gidiyordu. Uzaktan bir cemaatinin kendisine el salladığını gördü. Yanına vardı. Camiye ara sıra uğrayan emekli bir subaydı. Osmanlı sarayında görevli dedesinden kalan bir sandukadan bahsediyordu. Hanımı ile düşünmüş, taşınmışlar, bu sandukadakilerin ancak camilerinin müezzininin işine yarayacağına karar vermişlerdi. “Ne var ki sandıkta?” diye sordu merakla. “Bilmiyoruz ama kutsal şeyler. Biliyorsun bizim dede sarayın terzi başı idi, zannederim Mushaf vb. muhtelif hediyeler var.”
Birazdan sandıkla kendi evindeydi. Heyecanla kapağı kaldırdı. En üstte büyük, katlanmış bir kütle vardı. Ağırdı da… Acaba nedir diye merakla açıp yere serdiğinde gözlerine inanamadı. Önünde bir kapı büyüklüğünde Kâbe örtüsü serili duruyordu.