Biz Türkler Müslüman bir milletiz. Ancak durduğumuz, özendiğimiz yer Batı’nın düşünce dünyasının tam ortası. Durmamız, hatta sırtımızı yaslamamız gereken yer ise yüzyıllardır fikriyatımızın yoğrulduğu Doğu...
Yolculuğun sırrına, büyüsüne yolculukta inandım. Küçük de olsa bir şey öğrenmeden bitirdiğim bir yolculuk yapmamışımdır herhalde. Yolculukta öğrendiğim şey hayatın kendisi olur benim için. Bu yönüyle yolculuk öğretmekten de öte, adeta nakşeder.
Dört-beş saatlik bir yolculuk en az bir kitap kadar olgunlaştırıp büyütebiliyor bir insanı. Bunun sebebi, kimi zaman yolculukta daldığımız uzun soluklu mütalaa ve mülahazalar, kimi zaman başımızdan geçen bir olaydan aldığımız ders, kimi zaman da eğer bir büyükle yola çıkılmışsa onun ağzından çıkan güzelliklerdir. Kişinin hem kendisini hem başkasını dinleyip bir yandan da derin derin düşünebildiği nadir vakitlerden birisidir yolculuk.
Bugüne kadar vapur, otomobil, otobüs, uçak gibi birçok vesaitle yolculuk yaptım. Her birisi muhayyilemde tatlı izler bırakan tecrübeler oldu. Ancak hayatımda hiç trenle yolculuk yapmamıştım. Çoğunlukla hiçbir insanın ayak basmadığı yerlerde, kalabalıklardan, alışılmış mekânlardan uzakta kendisine has yolu olan ve bu yolda seyreden; hareketi dünyanın yaratılışından itibaren başlamışçasına ahenkli bir şekilde devam eden bu vasıtanın bende diğerlerine nazaran daha fazla akisler bırakacağına, beni derin düşüncelere sevk edeceğine inanıyordum hep…
Bir vesile ile geçenlerde İstanbul’dan Ankara’ya ilk tren yolculuğumu yaptım. Biletleri bir arkadaşım almıştı. Vagonun önünden ve arkasından ortaya doğru karşılıklı şekilde dizilmiş olan koltukların birleştiği yerde, ortasında masa olan ve birbirine bakan dörtlü koltuktan üçünü ayırtmış. Ben tek oturuyorum karşımda da iki arkadaşım… Ancak tren Ankara istikametine giderken benim oturduğum koltuk İstanbul istikametine bakıyordu. Tren değil de başka bir vasıta ile yolculuk yapıyor olsak bu durum bende baş dönmesi, mide bulanması nevinden çeşitli marazlara yol açar, yolculuğumu zorlaştırırdı. Neyse ki tren seyir halindeyken fazla sarsılmıyor ve rahatsızlıklara da sebep olmuyordu.
İstanbul’dan çıkıp Sakarya’ya yaklaştığımızda fabrikalar, beton binalar nihayete ermiş, yerini gözleri ışıtan manzaralara bırakmıştı. Ben de cama kafamı yaslamış bu güzel manzarayı seyrediyordum. Fakat trenin gidiş yönüne sırtımı verdiğimden bu halde camdan dışarı baktığımda geçtiğimiz yerlerin güzelliklerini tam olarak göremiyordum. Hoş bir manzarayı uzaktan görüp yaklaşana kadar heyecanını yaşayamıyor, önünden geçerken güzelliğe doyasıya bakamıyordum. Gördüğüm şeyler, baktığımda aniden uzaklaşan bulanık, gözü yoran siluetlerden ibaretti. Bu durum beni epey zor durumda bıraktı. Bir yandan trenin gidiş istikametine kafamı yüz seksen derece çevirip bakmaya çalışıyorken bir yandan da arada bir elimle, ağrıyan boynumu ovalıyor, yumuşatmaya çalışıyordum. Böyle bir yolculukta insan durduğu yerin bahtsızlığından yola ve yolun güzelliklerine odaklanamıyordu gerçekten. Bir de benim gibi kafasını yola çevirmeden duramıyorsa olumsuzluklar zuhur ediyor, yol çekilmez oluyor.
Bu anlattıklarımı derûnumda hissederken birden aklıma son günlerde çokça maruz kaldığım, kafa yorduğum bir mesele geldi. O an yaşadıklarım kafamdaki bu meseleye verilebilecek en iyi misaldi.
“Biz Türkler Müslüman bir milletiz. Ancak durduğumuz, özendiğimiz yer Batı’nın düşünce dünyasının tam ortası. Durmamız, hatta sırtımızı yaslamamız gereken yer ise yüzyıllardır fikriyatımızın yoğrulduğu Doğu. Eğer böyle yaparsak yani sırtımızı Doğu’ya yaslar Batı’yı da göz ardı etmeden yolumuza devam edersek ne midemiz bulanır, ne başımız döner ne de Batı’ya bakmaktan boynumuz ağrır. Güzellikler kaçmaz, biz güzelliklere giderken güzellikler de bize gelir. Artık bizim karşı koltuğa geçmemiz gerekiyor” diye düşündüm.
Yolculuğun geri kalan dörtte üçlük kısmı bu düşüncenin şükrü ve sevinci içinde geçti ve ben bir kez daha anladım ki yolculuk öğretmekten öte nakşeder...